flowers * bir şarkı daha

30 Temmuz 2010 Cuma 21:14 Gönderen tamarra 0 yorum


taktı mı takıyor denilen insanlar vardır ya böyle bi giydiğini artık bi hafta giyer filan işte ben onlardanım. güvende hissediyorum herhalde kendimi tanıdık şeyler yapınca, giyince, dinleyince. şimdi bu da çok tanıdık bir şarkı, eskilerden filan. ama klibini izlemek yeni nasip oldu. bir aşık oldum ki klibine sormayın gitsin! nasıl bir şeydir bu, tim burton çekmiş sandıydım da başkasıymış. you are so sweet and i am so alone, ooo darling please tell me other one!!! öyle, hastalığı sallamadan sabahtan beri 5 makine çamaşır yıkayaraktan, okuldan da kovulmuşum zaten hasta hasta gitmemem gerekmiş! sadece kendimi değil herkesi düşünmem gerekiyormuş, ay çok tatlısınız. forget the flowers.. zaten yatağıma 1 litre su dökülmüş iki kıvrım yatmışım bütün gece, hala da açım bir şey yememekte diretmek diye buna derim. bugün durakta bir teyze gördüm, elinde bastonuyla spor yapıyordu otobüs beklerken. vallahi güldüm şimdi. i am standing in the shop. rüyamdada haldun hocayı gördüm, rüyamda bile saç rengime karışıyordu "ecem mavi saçlarla buraya gelemezsin!" ulan mezun olalı kaç sene olmuş, hala bilinç altımdan çıkamamış. ne zaman saç boyayacak olsam aklıma geliyor.. you were so sweet and i was in love, oo darling don't tell me you found another girl!.. haftalar önce kaybettiğim çakmak (dilara'nın taksim büfesinden aldığı benim milletten çakmak dilenmeme daha fazla dayanamayıp) çamaşır makinesinden çıktı. ulan dün o kadar her yerinde evin çakmak aradım, zar zor sürüne sürüne, bugün makineden çıktı ve hala çakıyor! çakar çakmaz çakan çakmak, bi çinliye bunu söyletsem ne komik olur haa. ama Eyvallah demeyi öğrettim, evalleh gibi bir şey çıksada yine de eğleniyorum. forget the flowers!

bir şarkı



bir şarkı, içim içimden taştı resmen. unutmuşum, sandık altından çıktı öyle.. give me the words but tell me nothing..
hasta olunca böyle yatıyorsun yatakta, afedersin kıçın bile ağrıyor sonra. ellerin filan tutmuyor artık ağrı kesiciden. sonra litrelerce su içiyorsun, hasta olunca bir de duygusallık tavan yapıyor tuvalete git gel başka bir şey yok tabi. bi tarafına güvenirsen çık bahçeye sigara iç, ama çakmağın gazı bitsin lütfen, sen evde çakmak ara yorgun argın. bir de ne pislenmiş oda iyice gözüne batsın. aklına adamın olmayacak şeyler geliyor. felanca yerde felancayla gezdiydik de, çocuğun biri dondurmasını düşürmüştü de, sonra radyoda işte bilmem ne şarkısı çıkınca da, hava da nisan gibi ne serin ne soğuk, sahil de nargile meğersem bira şişesinden esrarmış da. yok efendim murat boz uçurum danslık şarkıda onca hatun gecenin bir yarısı zıp zıp zıp,komşular duyacak, aman duymasınlar vallahi imza toplayıp attıracaklar bizi. sonracığıma yazın sıcak olur o yüzden karpuz olur o yüzden karpuzla peynir yenir ananen, "hadi kız gibi doldur sürahiyi suyu akıtta iyice" der, sen yeşil elbiseni sallandıra sallandıra. aman daha neler neler. teras rüzgarlı nereye kursak masayı, salataları doğramayalım şimdiden pörsürler akşama kadar. beynim ambale olmuş zaten, evde tadilat, toz duman, tırrrr tırrrr bütün gün. kafam götürmüyor. zaten dün geceki filmin etkisinden çıkamamışım, requiem for a dream, izlemeyen izlemesin kardeşim. sonumu gördüm o kadında zaten, kırmızı elbise telefon  diye kırdı kendini. çocuğun o kolu, bağımlılık sadece uyuşturucuya olmaz ki. off sonra üzerine izle bir romantik-komedi, sabun köpüğü, geçirmez ki ağıtın acısını. ooohhh give me the words. bir de o köpek balığı vidyosunu izlemiycektim anasını sattiim. katlediyorlar hayvanları yüzgeçleri için. neymiş efendim köpek balığı yüzgeci çorbası. çok tatlısın ya. bir de öldürmeden hayvanları öyle diri diri kesip sonra geri salıyorlar. o hayvanların soyu tehlikede, hani küresel ısınma, hani ekolojik denge, hani dünya. sanki elimizin altında 100 tane dünya var da böyle har vur harman savur. dünya ölünce o paraları götünüze sokun inşallah. o katlettiğiniz balıklar yesin sizi diri diri. hasta hasta ağlattığınız beni, lanet gelsin kapitalizme, lanet olsun insanlığınıza sizin. zaten kimse vermedi kelimeleri, zaten o kadar da hatrım yokmuş saygı duyulacak. zaten geçip gitmiş, geçmeyecek sandığımız şeyler. zaten denizin dalgası da bugün gitmiyor kulağımdan. by nothing. off, başım çatlıcak. uyuyamam ki, onca uyudun bütün gün. yarına da sunum. oldu olacak, susayım bari.

Son mektup: Vingina Woolf

"dearest,
i feel certain that i am going mad again: i feel we can't go through another of these terrible times.and i shant recover this time. i begin to hear voices, and cant concentrate. so i am doing what seems the best thing to do. you have given me the greatest possible happiness. you have been in every way all that anyone could be. i dont think two people could have been happier till this terrible disease came. i cant fight it any longer, i know that i am spoiling your life, that without me you could work. and you will i know. you see i cant even write this properly. i cant read. what i want to say is that i owe all the happiness of my life to you. you have been entirely patient with me & incredibly good. i want to say that- everybody know it. if anyboy could have saved me it would have been you. everything has gone from me but the certainty of your goodness. i cant go on spoiling your life any longer. i dont think two people could have been happier than we have been.
v."

bişi.

27 Temmuz 2010 Salı 16:57 Gönderen tamarra 0 yorum
http://fizy.com/#s/1cv2sp

Rakı-Sarma-Ceylan-damla foundation?

25 Temmuz 2010 Pazar 23:17 Gönderen tamarra 0 yorum
Yataktan çıkmamak için oldukça dirensem de, saatin ilerlemesiyle artık kalkmam gerektiğini anladım. Akşam üzeri olmuştu, dağ gibi bir ödevim, pislik içinde bir odam ve katılmam gereken bir gece vardı. Ben bi tarafımı kaldırıp daha yüzümü bile yıkamamıştım..Yaptığım şey de yazabildiğim kadar yazmaktı, aklıma ne gelirse artık. Haydari'nin e hadi artık kalk der gibi bakışıyla, bir gayret doğruldum. Çok pratik bir şekilde, odamı temizleyip(pratiğin diğer açılımı baştan savma), yine pratikçe hazırlandım. Ödev kısmını pazar gününe bırakıp, kendimi yollara vurdum. Skytrainde öyle dalgın dalgın giderken, istasyonların birinde ekranda şöyle birşey gördüm: "Turkish Festival, include turkish traditional food and turkish dance" Vancouver sanat galerisinin bahçesindeymiş, 8 buçukta biticekti. saate baktım, 8i çeyrek geçiyor. Olsun dedim, en azından sonuna yetişirim. İçimde bir mantı ya da sarma aşkı. artık hangisi olursa saldırıcam, tüketicem. Koştur koştur gittim, zaten tabeladan bir ibnelik olacağı belliydi. Kim lan bu damla foundation derken, ortamı görünce mevzuyu anladım. Fetho babamız, Vancouver'a  da elini uzatmış, türbanlı ablalarımız koşturuyor. Zaten kılık kıyafetten beni yabancı sandılar, Türkçe konuştuğum halde Kanadalı muamelesi gördüm. Karnım da nasıl açtı, kahvaltı bile etmemiştim, dedim bari bir gözleme alayım. Allahı var çirkindi şimdi o gözlemeler bir de $5 verdim, duası mı eksik kalmış ne nursuz birşeydi. Demleme çay da vardı, hadi dedim battı balık yan gider, zaten içimde bir memleket aşkı çayı da aldım. Aval aval etrafı keserken, bir masa gördüm gittim, oturabilir miyim dedim ingilizce, tabi dedi iki adam. Biri gözleme yiyordu diğeri konuşuyordu salak salak. Gözleme yiyen ingilizce konuşunca anladım ki türk, hatta kürt. Yoğun diyarbakır şivesiyle of course dedi ve beni kazandı. Dedim Diyarbakırlı mısın, evet dedi. Diğer adam İranlıymış, Türk kızıyla evlenmek istiyormuş. Sebep de İranlı kadınlar çok konuşuyormuş Türk kızları çok sakinmiş. dedim böyle bir yargıya nerden vardın? Ya dedi, burda işte kadınlara bişi söyledim, yüzüme bile bakmadan kısa kısa cevap verdiler dedim Türk kadını iyidir. Bende "gördüğüne aldanma burdakiler başka boyut, asıl Türk hatunun çenesinden durulmaz, İranlıyı ararsın." pek inanmadı, etrafta ki görünüş söylediklerimin zıttıydı çünkü. Biraz bakınınca göre göre sadece bir tane Atatürk fotoğrafı gördüm.  Fethullah Gülen amcamızın kitapları ortalıkta geziniyor, ücretsiz dağıtılıyordu ama Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran adam pek kaale alınmıyordu. (burası beni kemalist yapıcak) İranlı adam kalktı velhasıl, bende gıcık olmuşum, bir sinirle gözleme yiyorum, çayı da sanırsın fondip yaptım. Ben bir çay daha alıcam ister misin dedim Diyarbakırlıya. Hemen davrandı, sen otur ben alırım. Ulan dedim gözünü sevdiğim memleketlisi. Çayı aldı geldi, dedim borcum ne kadar, sen gülümse bacım yeter dedi. Eyvallah dedim, muhabbete başladık. 12 senedir Vancouverdaymış da ilk defa böyle birşey görüyormuş. O sırada kapanış konuşması yapılıyordu ve adam şöyle dedi "seneye görüşürüz, artık gelenekselleştiricez" ohohoh, dedik bizde yandı gülüm keten helva. Diyarbakırlının adı Bayram, halı dokumada çalışıyormuş. 5 sene evvel kardeşleri de gelmiş. Neden geldin peki dedim, bi gemiyle gelmiş, kalmış öyle. 12 senede 2 kez gitmiş memlekete. Burnunda tütüyor taşı toprağı havası. Laf Ahmet Kaya'dan açıldı, memleket hasreti türküsüyle biraz hüzünlendik. Kürtlerden bahsettik sonra, karmaşa bizi çekiyor bacım biz gitmiyoruz olaylara dedi. Dedim siz de seviyorsunuz ama, yok be bacım kim istemez barışı dedi. Biraz memleket meselelerinden, terörden bahsettik. Nevrozları özlemiş en çok. Seneye ikimiz kutlarız o zaman burda dedik, gülüştük. Numarasını verdi sonra, "bişiye ihtiyacın olursa bacım çekinme, elimizden geleni yaparız. kız başınasın olur ya karışan filan, hemen ara." gülümsedim bende "olur" dedim. 
Saat daha da ilermeden bizim Türk gecesine katılayım diye ayrıldım. Cafe Vancouver'ın aylık düzenlediği gece, herkes birbirini tanıyordu. Sarma ve kısır vardı gecenin özellerinden. İçeri girdim, fonda "telli turna" çalıyordu Yeni Türkü'den. "biz büyüdük ve kirlendi dünya" diyerek rakı aldım bir duble. Kokusuna kurban olduğum hemende sardı, sarmayla. Arkadaşlar geldi, herkesde bir burukluk, memleket havası. Yan masada ki teyzem pek bir oynaktı, sonradan tanıştık, Sevil hanım izmirli. Harmandalı oynadık sokakta, gecenin ilerleyen saatlerinde. Müzik aralarında tek bir konu konuşuluyordu, damla foundation. Kim lan bunlar diye? herkes sinirli, bizi bu herifler temsil ediyor anasını satiim diyerekten. Sonra Muzo hanımın yeğeni çıktı sahneye, Gazi Müzik'ten mezun kız, yanık sesiyle türkü okudu, Pencereden Kar Geliyor. Boşaldı Cafenin içi, herkes sokağa sigara içmeye çıktı ellerinde rakıyla. Sokaktan geçenler anlamaz gözlerle baktı. 
Efkarın dibine vurmuşken Sophia aradı, gelicem beni al diye. Gittim aldım, firework'e gitmiş. Hafiften kafası bozuk. Rakı içicem bende dedi. Hay hay dedim. Bizim delikanlıyı arasana gelir belki dedi. Aradım dedim Sophia sarhoş, seni sayıklıyor, gelmen lazım, evini bilmiyorum. Önce olur filan dedi ama sonra işim vardı dedi caydı. Meğer bizim kızı arkadaşı olarak görürmüş sadece. Tabi Sophia rakıya abandı. dedim yapma . Kayar gidersin valla. O sırada yanık sesiyle azeri türküsü girdi fona, Ayrılık. "aşk şarkısı dimi bu, ayrılık şarkısı" dedi Sophia, evet dedim. dibini görmeyen sevdiğini göremesin yaptık rakıyı. Benim duble sayısı artmıştı. Sevil Teyze tuttu kolumdan oynak hava çaldırcam oynıcaz diye. Bende bizim hatunu kaldırdım. Ne ara masaları çekti de millet göbek atmaya başladı anlamadan Sophia'yı ortada buldum. Alkışla ayak uyduruyor. Hadi bakalım diyerekten, Türk milletinin ne kadar oynak olduğunu cümle aleme gösterdik. Gece yarısını geçince müzik şöleni Aynadan Ceylan şarkısıyla son buldu, biz de son şarkıda kafkas dansı yapıp ufaktan kalkalım dedik. Ama hatun ayakta sallanıyor, bana birşey olmaz diyerekten fondiplediği rakıların etkisiyle ortalıkta "son of bitch" diye geziyor. Neyse çıktık mekandan, ben birde kalan kısırdı sarmaydı yanıma aldım biraz, attım çantaya. Bi sigara versene, dedi, normalde sigara içmeyen kız. Kural değişmiyor dedim.. Dünyanın her yerinde aşk acısı aynı yani. Sokakta bir marijuana kokusu ilerliyoruz, bağıra bağıra oğlana küfrederek. Sokakda kalan kanadalıların neredeyse tamamı sarhoş, polislerde bir anlayış hali. Uysalca yardım ediyorlar. Benim her zaman kullandığım istasyon o saatte kapanmış. Biraz tutuştum ama, diğer istasyona gittik. Sophia'yı otobüse bindirdim, dikkatli ol dedim, ben de Skytrain e gittim. Şekerpare poşetini açmışım kıtır kıtır yiyorum. Baktım trende kimse kalmadı istasyonda indi herkes. Sonra bir polis geldi son durak hanfendi diye. dedim burası benim durağım değil, napcaz. Kanadanın polisi, sorun çözücü şişli belediyesi mübarek. Hemen yanıma bir polis verdiler, istasyondan çıkardılar. Ordan sonra başka bir polis otobüs durağına kadar götürdü, bindirdi. Otobüste başka bir polis iniceğim durakta indirdi. Ben elimde şekerpare (ısrarla yiyorum) "gurbette yorgun düştüm be ceylan" diye diye eve yürüdüm... Eve geldim, yeni aldığım cezveyle bir de Türk kahvesi yaptım kendime; fakat gelinen son durum "kısır kokan flash bellek"
sonra hep "gurbette yorgun düştüm be ceylan hasret tükettim bittim be ceylan." Annemle söylerdik hep,küçükkene ben, oynardık, ikimizin şarkısıydı. İki gündür dilimde...

Genel bir şeyler

23 Temmuz 2010 Cuma 19:49 Gönderen tamarra 0 yorum
Telefonumda ki tüm şarkıları silip sadece -azıcık- bir kaç şarkı ekledim. Günlerdir onları dinliyorum. Hepsi sevdiğim ve dahi ezbere bildiğimi sandığım şarkılar. Fakat, senelerdir dinlediğim bu şarkılarda daha önce dikkat etmediğim sözler pek bi eğlendiriyor bu günlerde. Örneklersek;
Burak Kut: Yaşandı Bitti
                           "heyecanlıyım, çok çılgınım bebeğim"
Sokakta yürüyorum ve yeni farkettiğim bu sözleri duyunca gülme krizine girdim. İnsanlar garip garip baktı.

Nazan Öncel: Aşıklar Parkı
                           "sen ne mikropsun sen"
Aha dedim, ne doğru bir tespit.

Ardından, sanatçıların bazı şarkılarda, bazı yerleri kısık ya da hızlı söylediklerinde, o sözlerin cidden neden o şekilde söylendiğini merak ettim.
Sezen Aksu: Ben annemi isterim
                           "ağlama gelinim ağlama,kınan kutlu olsun. fındığın bereketli olsun"

                                                                 ***

Sokakta yürüyorum, acelem var. Yeşil ışığa yetişeyim diye koşuyorum hatta. Bir anda gözüme "düşkapan"ları takıldı. Aldırmadan geçmek isterdim. İki adım yürüdüm, geri döndüm baktım. Tezgahın başında ki kadın sıcacık gülümsedi. Dayanamadım geri döndüm.
-aslında acelem var ve para harcamamam lazım. ama çok güzeller.
-hepsi el yapımı. sadece 8 dolar. ama ben yerinde olsam 8 dolara sigara alırdım. ahaha
-ahah haklısın, daha işlevsel.
-Türk müsün?
-aa evet. nerden bildin ki?
-Türk kızları çok tatlı ve kibar oluyor. Ayrıca eteğinde ancak Türk'lerin yapacağı kadar güzel.
-Evet. Geçen seneki doğum günü hediyem. aa yeşil yandı.
-koş koş koş...

Gülümseyerek karşıya geçtim, karşı caddeden kadına el salladım, o da bana salladı. Allah allah dedim, demek bizim kızlar kibar oluyor. Hah sen Soğanlı ya da Paşa kızı görmemişsin!

                                                                 ***
Yeni yeni öğrenmeye başladığım şarap kültürü, her geçen gün daha da çekici geliyor. Rakının buradaki pahalılığının sonucu, sanırım şarapçı olup dönücem memlekete. Eskiden Avrupa'ya giden solcular, rakı'dan vazçgecim 'şarap' sevici olup dönerlermiş ya o hesap. Okuldan sonra bugün, baktım hava çok sıcak. Daha önce de okulda "pub" görmüştüm ama hiç vaktim olmamıştı, girip iki demleneyim diye. Sophia, azıcık gıcık, delikanlımızın pas vermeyişiyle alakalı. Gel dedim birşeyler içelim. Gittik Higland Pub'a. Cam kenarına geçince bir de baktım, okyanusun üzerinde ki dağdaymışız. Alabildiğine yeşil ve bir o kadar mavi! Şarap getir sen bize,
Merlot hemde. Ah ne güzel. Müziksiz gitmedi ya çok, içtik azar azar. Sonra yine buluştuk -kadındili-nde. Erkeklere giydirdik. Erkeklere kızdık ve bazı kadınlara.. Çakırlaşınca kalktık, bol bol "fuck" dedik.. Herkesten çakmak istedik ama sigara içmedik.

Özgürlük"

19:30 Gönderen tamarra 0 yorum
Suyun altında, maviyken yani görüşüm, özgür olduğumı hissediyorum. Uçmak gibi bir hissi var, sonsuz ve düşme korkusu olmadan. Ne garip, yükseklikten de bir o kadar korkuyorum. Belki bu yüzden, ne kadar dipten bakarsam dünyaya, yüreğim o kadar ferahlıyor. Uzun bir aradan sonra, Su'yla kavuştuk. Küçükken sahilde annemler benim için "balık kız" derlerdi. Denize bir girdim mi, çıkmak bilmezdim. Parmaklarım buruş buruş olurdu. Sonra Cansu'yla bir takım su oyunları oynardık. Denizin altında oynadığımız oyunlar, tüm herşeyden daha bir eğlenceli gelirdi. Birazcık büyüyünce, açılıp mayolarımızı çıkarmayı öğrendik. Çıplak yüzmeyi yani. Özgürlük o zaman girdi kanıma. Su ile aranda, Su ile Ruh'unun arasında zayıf bir ten var sadece. Kumların üzerinden akıyorsun balıklar gibi. Ağır hareketlerin, yeryüzünde ki telaşın aksine. Dilediğince gez, yetişmen gereken bir yer yok. Nefesinin yettiğince ak, su ol. Bende ki bu dalma tutkusu kulağımdaki problemlere rağmen dizginlenemedi. Hatta annem Kanada'da olmama rağmen, "kulağına dikkat et yüzerken" derken, beni ne kadar iyi tanıdığını bir kez daha gösterdi. Ve tabiki kulağıma dikkat etmedim, dalabildiğim kadar daldım. Lakin her geçen gün arttırdığım sigara sayısı, özgür olduğum saniyeleri kısaltmış. Yine de kendimi zorladım.
Sophia'yla hain planımız, gerçekleşince, bunun aslında terapi olduğunu farkettik. Son enerjimize kadar tükettik Su'yu. Ve en sonunda şöyle dedi " öyle çok yoruldum ki, başka bir şeyi düşünüp üzülecek halim kalmadı." Haklısın dedim ve Teoman'ın şarkısını öğrettim. "yoruldukça kaybolur acılar" Durmadık ama devam ettik. Üzüntülerimiz, dargınlıklarımız, kırıldığımız her eksik söz, her yarım kalmış bakış, "Su" ile beraber şeffaflaştı..
Sonra Su altında, biz zamanlar dostlarla buluştuğum zamanları düşündüm. Özgürlük hissiyatım eksilmemiş lakin bölüşmedikçe özgürlüğü, bencil kalıyor, bireyselleştikçe yeni bencillikler üretiyorsun. Bende bölüşmek için gözümü açtım Su'yun dibinde. Karşımda çekik gözleriyle, ana dili başka bir kız. Yine de oynadık, yine de güldük ve bol bol su yuttuk... Su sefası bitince buruk değil, aksine neşeli bir yorgunlukla uyudum gece. Rüyamda yine hep özgürdüm...
Bir de bu sabah, kahve aldıktan sonra "salam Ecem" diyen bir hintli amca, yürüyordum dargın dargın. Bu resmi gördüm. Resmin adı "dream". Gencecik bir kız çizmiş. Kızın genel olarak çizimleri öyle güzel ki.. İçimden hepsini almak geldi fakat fiyatları sağolsun bakmakla yetindim. Fakat bu resmin, mektup versiyonu sadece 5 $dı ve kendime engel olmadım. Aldım, baş ucuma koydum. Hissiyatımla aynı mavisine,yeşiline baktım. "Su'yun dibi, yerin en yükseğinden bile daha güvenli."

Kırmızı Çizmeler

19:07 Gönderen tamarra 0 yorum
Yurt dışında Türk tanımanın elli tane kuralı vardır. Ama bence en güzeli, eğer biri gördüğü ve beğendiği şeyin ilk olarak fiyatına bakıyorsa bence kesinlikle Türktür. 20 $ unut gitsin çok pahalı...
Dün sabah Türk bir arkadaşım alış verişe gidicem benimle gelsene dedi. Halbuki ben okuldan sonra yüzmeye gidecektim, neyse dedim iki gün üst üste bu kadar da sağlıklı olmamak lazım. Çantam ağır olduğu halde kalktım gittim. Beraber alış veriş merkezine gittik(burjuvazi olanına) Kendisi yaklaşık 1 yıldır burada olduğu için ucuz yerleri biliyor. Takip ettim (etmez olaydım). Girdiğim bir mağaza da sırf "made in Turkey" yazıyor diye birşeyler aldım. Sonra dedi ki asıl bir yer var ama kendine hakim ol girdiğimizde. Allah allah dedim, hayırlısı. Aman tanrım, orası nasıl bir ayakkabı cennetidir öyle. Gözüm döndü yüzlerce topuklu ayakkabı arasında! Sonra başladık denemeye. Önümüzde belki 50 çift ayakkabı var ve muhtemelen hiç birini almayacağız. Bir dünya kadın, bizimle benzer aktivite içerisinde. Farsı, Arabı, Kanadalısı, İtalyanı, Çinlisi etc.. Kulağında bir sürü değişik dil, kelimelerin söylenişi farklı. Ama kadınsan illa ki anlaşırsın. Birbirini bilmeyen hatta dillerini bilmeyen kadınlar, akıl veriyorlar birbirlerine. "Olmadı bu. Bu kadar yüksek rahat olmaz bak bu daha güzel. Ay bu çok rahatmış kesinlikle denemelisin. Ay rengine bayıldım. Şuna bir bak! " Beden dili'nin yanı sıra birde Kadın dili olmalı ki var zaten... Ben kendimi kaybetmiş bir şekilde dolanırken, gözüme kırmızı bir şey çarptı! Tövbe tövbe... Kırmızı, deri, topuklu ve çizme! Gel de alma şimdi... Belki 10 kere ayakkabıyı giydim çıkardım. Arkadaşım diyor ki rahatsa kaçırma çok güzel. Ben diyorum rahat, güzel, beğendim. EE al o zaman. I ıh. O tanımadığım kadınlarda benzer bir şekilde kaçırma diyorlar. Ama bilmiyorlar bu benim için bir sınav. Şu hayatta görünce dayanamadığım iki şey varsa, biri ayakkabı diğeri takı. Hastalık sanki. Ne sankisi, düpedüz hastalık işte. Kendime savaştım, içimde ki en deli tarafımı öldürdüm ve almadan çıktım! Ama arkadaşım benim kadar şanslı değildi ve maalesef aldı..
Bunun üzerine, nutellalı akıtma yedim. Tabi krep diyor buradakiler. Ben diyorum ki, anlamazsınız siz. Bizim ailedeki her kadın gençliğinde mutlaka bir defa kolunu yakmıştır tavayla. Sebebi de Zülbiye Sultan'ın her akıtma döküşümde kulağımda çınlayan sesi
-Akıtma demiş ki, "beni döken kız olsun, kenarlarım düz olsun"
Akıtma konuşurmu, akıtma nasıl bir psikopattır. Yok kenarlarım düz olsun, yok karşıdan baktınmıydı öte taraf gözüksün. Ah babaanne! Ah!


Örümceği beklemek

Zaten günün başından absürt bi son geleceği belliydi. Dün gece uykuyu sağlama alayım diyerekten daha hava kararmadan içtiğim Atarax, gün döndüğünde hala etkisini göstermemişti. Ben bilmem kaç yılının Avrupa Yakası'nı izleyerekten asdkjskdfj sesleriyle kıs kıs gülerken, uyuya kalmışım. Bunun saat kaça takabül ettiğini tam kestirememekle birlikte, bu sabah zar zor uyandım. Bizim Atarax gece göstermesi gereken etkiyi anca sabah gösterdiği için, binbir güçlükle yataktan sürünerek çıktım. Baktım dersin başlamasına 15 dk var, yine geç kaldık anasını satiim dyerekten yola koyuldum. Evden henüz çıkmıştım ki, Good Morning! diyen bir ses yüreğime indi. Arkamı bir döndüm bizim yan komşu. Adamı ilk önce Felina'ların büyük oğlu sanıyordum, meğersem işlevi komşulukmuş sadece. (geçen hafta arabasını çaldılardı) Adamı arada bir görüp selamlaşmak dışında pek muhabbetim yoktu. Skytrain'e mi gidiyorsun dedi, he dedim. Gel bırakayım dedi, bir saate bir adama baktım, dedim burası Kanada bi bok olmaz. Bindim arabaya. Hoşbeş filan, I like Turkish food dedi, dedim kim sevmez. Avusturalya ve İngiltere de yaşamış bir dönem. Sevdin mi buraları deyince, dedim özlemekten memleketi daha pek tadına varamadım. O da merak etme dedi, eve dönüş kadar güzeli yoktur, ama hakkını vericeksin yolun. Eğer ki tadına varamamışsan hasretin, dönüşün bir anlamı olmaz. dedi. Sabah sabah hem ingilizce hem felsefik bu cümleler ağır geldiyse de sadece Really? dedim geçtim. Neyse derse girdik, gün olağan ilerliyor. Bizim Sophia'nın yüzünden düşen bin parça. Bıçkın delikanlımız pas vermediğinden biraz hırs yapmış.
S- Spora başlıycam kilo vercem.
E- Aaa iyi fikir abi. Bende istiyorum. Yaz geldi geçti...
S- Yüzsek ya hem eğlenceli. Ama sahile gitmek istemiyorum.
E- Bende yaa, hafta sonu gittim hem sıcak hem kalabalıktı. Okulun havuzuna gidelim?
S- Tamam ama benim mayom yok.,
E- Benim var ama yenisini almam lazım. Çok dekolte, okulda giyemem. (sanki mayoyla derse gitcem aq)
S- Tamam çıkışta alalım o zaman.
E- Önce spor kartı alman lazım. Ben aldım kızım bedava. Çıkışta 2 dk da hallederiz. Free, freee....
(Kız iyice gaza geldi tabi. Aslında ana tema şu: Önce okulun havuzunda pratik yapıcaz yüzmeydi şuydu buydu filan. sonra sınıftakilere diycez hadi gelin sahile gidelim. Bizim ki giycek bıcır bıcır bikinileri salıncak delikanlının önünde oh dicek almadığına yan)
Neyse ardından biz Okyanusun ekolojik sistemine küresel ısınmanın etkileri temalı oldukça enteresan bir ders işledik. Akabinde koştur koştur okulun fitness salonuna gittik. Sophia formu doldururken bende havuzun saatlerini not alıyordum. Danışmana gittik dedik ki al bu form.
D- Öğrenci numaranız?
S- Haa o daha yok biz akademik öğrenci değiliz. (eziğiz biz hala çömeziz SFU bizi kaale almıyor)
D- O zaman para ödemeniz lazım. Aylık 50 $ dolar.
S- şalskşlaskd?
E- *****
D- Ya da günlük 4 $ dolar, ne zaman kullancaksanız o zaman ödersiniz.
S- Bu olsun.
E- E benim kartım var ama nolcak?
D- Sen ödemicen.
E- harbi mi? ehe.

Sophia göt olsa bile hırsla dolan kadınlık içgüdüleriyle hiç bir tersliğin müthiş planımıza engel olmasına izin vermedi. Daha da gaza geldik biz.
E-Sporcu mayosu alalım şöyle, profesyonel.
S-Nereye gitcez?
E- Metrotown ucuz baya.
S- Orda bulabilcez mi? Ben hep seksi bikiniler gördüm orda. Hiç öyle kapalı bişi görmedim.
E- Adidas madidas bakarız kızım. Downtown çok pahalı.

Biz şöyle sporcu mayosu alcaz, böyle spor yapcaz falan filan diyerekten gittik, ucuzluğa. Gördüğümüz spor mağazasına girdik. Bakınıyoruz. Lakin sporcu mayolarının hepsi pek bir çirkin. Yılmadık birer tane seçtik, gittik denemeye. Önce Sophia girdi, çıktı suratında bir hassiktir ifadesi.
E- Alcan mı?
S- Düşünüyorum.

Sonra ben girdim. Çıktım aynı ifade.
S- Alcan mı?
E- düşünüyorum.

Bu sırada bizimki pes etmemiş başka bir model ( ne kadar başkaysa artık aynı çirkinlikte) seçmiş deniycek. O kabindeyken bende biraz bakındım. Bir de ne göreyim, karşımda bir 60lar mayosu. Denemekten ne çıkar dedim, aldım. Sophia çıktı gösterdim denicem ben bunu  dedim, ben girdim kabine. Giydim sonra 'ehe' dedim.

E- Ben alcam bunu.
S- Bak bende bunu seçtim.
(siyah straplez bir mayo gösteriyor)
E- Güzelmiş bu.

Bizim ki denedi çıktı.

S- Alcam ben bunu.

Biz 'ulan sporcu mayosu alcakken yine güzel mayolar aldık. Ama napalaım onlar da çok çirkin' filan diyerek kasaya gittik. Uzunca bir kuyruğun ardından kasa da ki kadın  şöyle dedi:
K.K-  Hanfendi bir alana bir bedava bu mayolarda. isterseniz bir tane daha beğenin.
E :):):):):):)
S- Ben?
K.K - Yok sadece bu model de böyle.

Sophia yine göt oldu ama aldırmadı, ben yangından mal kaçırır gibi gittim ikincisini aldım. Sophia'nın diğer planı da 'hatunlaşmak' Çok spor giyiniyormuş o yüzden ilgisini çekememiş. Dün elbise almış, bugünde ayakkabı alcak. Harıl harıl aradık, neyse çıtı pıtı bişi aldık çıktık. Baktık saat geç, dağ boyutunda ödev var. Ulan yarın herif çok şaşırcak aehehe diyerekten ayrıldık.(bundan önce, yanımıza bi çocuk geldi 75 cent istedi. Verdim bende. Sophia da niye verdin kızım lan filan derken 20 metre ötede çocuk başkasından da aynı parayı aldı. Biz de ulan kıyak iş haa falan dedik. Çulsuz kaldığımızda deniycez)

Neyse ben yeni mayolarımla eve geldim. Çok mutluyum, yaşasın Retro filan diyorum. (geçenlerde aldığım Benefit ürünlerine sonra değinicem, Retro akımı babında) Özenle yüzme malzemelerimi hazırladım. Bir hışımla banyoya girdim. Hızlı hızlı duş alcam sonra ödev yapcam çok az kalmış teslim saatine. Ojelerimi filan çıkardım, soyundum, küvette bir misafiri görünce çığlığı bastım.
Başım kadar olmasına rağmen saç kadar ince ayaklarıyla küvetin ortasında melül melül duruyor. Üzerimden ilk şaşkınlığı atınca 'napcam lan' dedim. Şimdi suyu açsak hayvancağız geberip gidicek. (tabi ben günün ekolojik sistem etkisinden çıkamamışım. İçimden bir ses 'sen şimdi bunu öldür, bütün dengeyi bozcan..böcekler çoğalcak yiycekler insanları, örümcekler onları yemedi diye. Gör bak neler olcak. küresel ısınma) İçim elvermedi. İki dürttüm çıksın küvetten diye bana mısın demiyor. Hayvanı oraya dürtüyorum, iki yürüyor hop gerisin geri yuvarlanıyor. Çıkmaya çalışıyor tökezleyip aynı yolu bir düşüşle geri gidiyor. Binlerce takla attı. Ben de o sırada hadi aslanım hadi oğlum hadi  nidalarıyla hayvanı gaza getirmeye çalışıyorum. *? Havlular koydum, şarkılar söyledim, onu yaptım bunu yaptım yok. .bu sırada vakit hızla ilerliyor ve benim teslim saati an be an yaklaşıyor. İçimden bir ses aç sıcak suyu haşlama olsun dese de bugün ki çevre dersinin etkilerini üzerimden atamıyorum. Hadi koçum bak ne güzel geldin ha gayret azıcık daha. Hayvanın incecik kolları benim daha dün döktüğüm çamaşır suyunun kaygan etkisine dayanamıyor tabi. İki adıma kalmadan yuvarlanıyor. Sanırsın akrobatik örümcek. En sonunda tırmanabildi, bu sefer de yolu tutturamıyor. Aradan ne kadar geçti bilmiyorum, ben öyle mal mal örümceği izliyorum. En sonunda benim saç kremine abandı. Aa dedim salak napcan orda. (ulan saç kreminin kutusunu alsana be kadın koy camın önüne) Bu tabi benim aklıma uzun bir ahahahah mal lan bu örümcek kopması ardından geldi. Hayvanı aldım pencereye götürdüm. Sonra da comma lady commmamaaa lady nidalarıyla duş aldım. Ki aklıma başka bir hikaye geldi.
Irmaaaaak burda akrep var.
(fonda erkin koray Akrebin Gözleri çalar. Şaka değil sahiden çalar. Kadere bak)

Bu sırada teslim saati geçer, ben şu bloğu yazayım da başlarım derim. Başlayamam.
Bir de 2 hafta önce halk kütüphanesinden aldığım Marilyn Monroe filmini hala geri götürmem. Üstüne inatla izleyemem. Bir de her güne 1 $ vereceğimi bile bile, bugün hatta kütüphanenin yanına gitmeme rağmen, elimde patlar.

Burjuvazi'den Memleket'e

Şehrin merkezinde anasının nikahı kadar büyük bir alış veriş merkezi. Bir o kadar çok da insan. Aslında daha ziyade Çinli. Çünkü sanki burası Kanada değil de Çin Halk Cumhuriyeti. Yanımda iki arkadaş (yine Çinli) öyle vitrin alışverişi yapıyoruz. Bakınıyoruz. Daha doğrusu onlar bakınıyor, ben her gördüğüm etikette sesli bir şekilde küfür ediyorum. Bir şal neden 300 $ olsun ki, nesi var şimdi bunun, Burhaniye pazarında 5 liraya alırsın, alla alla ya, tasarımına koyiyim senin. İtalyan tasarımcının gözde ürünlerinden, yeni sezon, evet müthiş indirim var... 900 $lık ayakkabı 600 $ düşmüş, kaçırma! plastik o plastik yağmurda su geçirir. Chanel'in bile cidden ucuz kaldığı ortamlar... Sanırsın Aşk-ı Memnu'nun Firdevs hanımı herkes. (izlemedim diziyi, izleyenleri de kınadım. sonra gurbet ellerde yuuutubdan evet ordan izledim. utanıyorum)  Bir ruj efendime söyliyeyim nasıl desem nerden baksan 100 $. Olacak işler değil... Benim iki arkadaşımda çanta almak istiyorlar. Biri Coco Chanel hastası bir kız, her gördüğü Chanel ürününde iç çekiyor filan. Diğeri de en pahalısı güzeldir zihniyetinde hep en pahalı şeyleri beğeniyor. Hele de pembeyse almasın diye zor ikna ediyoruz. (bi ara fosforlu yeşil bir deri ceket alacaktı ama korkunç. almasın diye çakma bu ben anlarım dedim) Neyse ben böyle en Soğanlı tavrımı takınmışım ortalıkta atarlı atarlı geziyorum, şöyle bir ses duydum "bu güzelmiş de oha çok pahalı" Kumralca bir kız. Hemen yanına gittim.(bazen hintçeyi filan türkçe sanıyorum da emin olamadım)
-Where r u from?
Daha sorunun cevabı gelmeden kızın ifadesinden Türkiye'li olduğunu anladım. Çünkü burda sokakta birine nerelisin diye sorsanız, hiç şaşırmaz. Cevap verir, uzun uzun nereli olduğunu ailesini filan anlatır. Herkes kardeş eşit ehe vergilerimizi seviyoruz. Fakat kızın suratında ki "sanane lan piyango musun" ifadesi evet dedirtti Türk bu arkadaş.
- Turkey.
-Bende.


Kız diğer arkadaşına seslendi. Biri 16 diğeri 17 yaşında küçümence efendi kızlar. Saygılılar. Antalyalılarmış. Dil okuluna gelmişler, 15 gün olmuş ama gün  sayıyorlarmış. İkisi de pişman olmuş, ne biçim şehir lan bu yapacak bir şey yok diye geziniyorlarmış. Sonra dedim ki gelin Türk kahvesi içelim. (tabi ben benim Çinlileri iki dakkada sattım.) Beraberce Türk Kafesine gittik. Karnımız da acıkmış, baktık tas kebabı da var ohoho dedik kaçırmayalım. (bir de o kafe de masa da tuzluk var. daha başka bir yerde görmedim, çünkü insanlar tuz kullanmıyor burada. ağızlarının tadı yok farkında değiller) Küçük olan hemen kırmızı bibere saldırdı.
-Herşey tatlı sosla yapılıyor valla geldiğimden beri içim çıktı, acıyı özledim.
dedi tabağına boca etti. Gülümsedim. Sonra havadan sudan ordan burdan derken sıra Türkiye'ye geldi. Lakin bu aşamada beni ümitlendiren birşeyler oldu.
Daha lise öğrencisi kızlar bunlar ve öyle çook büyük bir şehir dede yaşamıyorlar. Antalya'nın bir ilçesinde... Fakat, kızlar benim diyen adama taş çıkartacak kadar kültürlüler. Metalci 16 yaşında ki ve Kemalist. (tamam şimdi dinci olmayan Kemalist oluyor moda gibi de, boş kafalı değil bildiğin bilgili.) Uzun uzun Türkiye'nin durumunu CHP'nin ne olacağını, anayasa değişikliğinin sebeplerini, Rusların Antalyadan sürekli arsa almalarının tarihsel bir "sıcak denizlere inme" politikası olduğunu filan söyledi. Diğeri de Kemalist ve üzerine deist. Merak ettim deistlik ne demek biliyor mu diye, baya bir zarfladım, neden seçtiğini anlamaya çalıştım. 17 yaşında lakin kutsal kitapları okumuş, hiç biri aklına yatmamış ve bilimi tercih etmiş. Darwin'in evrim teorisini bilmiyordu yalnız, dedim oku, bilim diyorsun madem. Baya baya sohbet ettik, seçimlerde oynanan oyunlardan bahsettik. Hava hafiften kararmaya başlayınca kalktık..Metro istasyonunda, haftaya buluşup döner yemeye gitmeye söz vererek ayrıldık.
Tabi ben eve dönerken biraz afallamıştım. Üstüne çok yorgundum, zar zor yürüdüm. Bir anda sen küfrederken bujuvaziye, karşına canavar gibi iki kız çıksın, otursun sana memleket meselelerini anlatsın, memleketten haberler taşısın. Sonra dedim ki, hala umut var her şey için. Mesela bu yerde yaşamak için (bazen böyle küçük sürprizlerle) ve memleketimizde hala çalışan beyinler olduğu için (belki değiştirebilecek bir şeyleri)
Sonra mfö dinleyerek uyudum;


Benim hala umudum var, inkar etsem de istediğim kadar...

***** mı geçiyorsun? (7 ş'li)

Bizim oralarda birinden sigara istersen yolda üzerine para teklif etmezsin. Öyle birşey yapsan, yani farzedelim;


-abi bir sigara versene be?
-veriyim aslanım.
(o sırada abi diyen şahıs abi dediği adama 25 kuruş uzatır)
-birader bu ne?
-e sigara verdin ya abi?
-sen benle ta**k mı geçiyorsun?
-yok abi, hak geçmesin.
-ben geçicem şimdi sana.
-saygılar abi.


kaldırımda yanıma gelen adama **** mı geçiyorsun demek isterdim(7 ş'li). Ama ingilizcem yetmedi sadece, whattttt??? diyebildim birde doesn' matter, that's ok. gibi şeyler zırvaladım. ama ağız dolusu şöyle ah neyse.

Kız-mak

19:51 Gönderen tamarra 0 yorum
Bana kızan herkes kadar bende kızıyorum kendime. Bağırıyorum çoğu kez, duyan var mı yok? Duymalarına gerek var mı yok? Duyurmaya çalıştım mı yok? Yokluklar ülkesinde öyle güzel ve rahat ki yok demek. Aklı çalışmayana bile nasiptir yok demek. Var mı ötesi? Anlaşılmayan cümlelerle örgütlüyorum yalnızlığımı, yabancılaşıyorum böylece tanıdık her şeye. Bana kızan herkese bende kızıyorum, bana kızdıkları için. Kızmak ne basit bir eylemdir, adama cinayet işlettirir icabında, kolay olduğu kadar da tehlikelidir. Ben öfkemi kontrol edemiyorum kendime kızarken. Aynaları kırasım geliyor, saçlarımı siyah yapasım. Kiracı olduğum için aynaları kırmak yerine saçlarımı siyah yapıyorum. Kolayıma geliyor. Eternal Sunshine sistemi istiyorum evet. Beni ben yapan her şeyi bazen bencilce öyle işte. Tercihlerimi sorgulamıyorum artık, sahipleniyorum onları, benden yapıyorum. Böylece önüme çıkana yüz tekme atıyorum onlar için. Bana kızan herkesden daha çok kızıyorum kendime. Kimse bilmiyor. Bilmesin varsın. Anlaşılmamak üzere bitirdim zaten, anlaşılmak isteseydim gitmezdim... Zor evet herkese zor ama, her şey. Bencilliğine kızdıklarından farkın olmalı. Öfke rüzgara ters çekilen kürek, ne sandala ne nehire hayrı var. Neyse.. 

Gelemedi-;Rüya

Ya, yaz gelsin artık adam akıllı ya da kış. Bir öyle bir böyle şu memlekette, havası suyu hep garip. Soğuk akan sular bir anda kaynıyor, sonra yağmur yağıp hava 40 derece oluyor. Nem gibi bir şey de değil, nasıl bir şey ben anlamadım. Zaten insanlar bir gıdım güneş görseler parmak arası terlik giyiyorlar. Ben bir tarafım donuyor söylemesi ayıp, geceleri. Bir de hafiften oturmaya başlayan aitlik hissi. Hintli kahvecinin güler yüzü 'her zamankinden' geyiği, alışveriş yaptığım yerlerin artık isteklerimi ben demeden vermesi filan böyle insana kendini önemli hissettiriyor. Ya da alıştırıyor işte. Rüyalar sadece bilinçaltımızmış he, geleceği filan görmüyormuşuz daa bilimsel kanıtlar henüz yok. Bir de Malezya'da insanlar hayatlarını rüyalarına göre düzenliyormuş. Mesela eğer rüyanda bir arkadaşınla kavga edersen gidip ondan özür dilemen gerekiyormuş ertesi gün. Ya da bir büyüğünle tartışırsan ona hediye alman gerekiyormuş. Kızılderililerde rüyaları hastalıkları iyileştirmek yada ölülerle buluşmak gibi işlerde kullanıyormuş. Lucid rüya gördürdüğünü iddia eden eğitim cd leri var. Düş kapanı, nam-ı diğer dreamcatcher kötü rüyalardan korumasının yanı sıra insana iyi rüyalarda gördürüyormuş. Aslında yalan değil, son günlerde gördüğüm rüyaları düş kapanına mı bağlasam acaba. O zaman kabusları nereye atıcaz? Ama rüyalar insanın hayatını cidden etkiliyor... Bazen bütün bir gün bir gece önceki rüyayı düşünüp kuruyorum mütemadiyen. Ya da sadece rüyamda Türkçe konuştuğum için beni bu kadar etkiliyor. Yine de geçenlerde ingilizce rüya görmek iyi geldi. ahaha rüyada bile pratik yapmak diye buna derim. Bir de aynı rüyada How I Met Your Mother'ın Barnie'si, yavşak yavşak gülüyordu. Üstüme iyilik sağlık. Rüyada evlenirsin, Ada rüyanı şenlendirir, dostlarla şöyle iki tek atarsın, çocukluğuna döner dilediğince koşarsın... Özlemler rüyalarda diner. Dreamcatcher matçır anlamam ben istiare yi mi yatsam acaba. 
Bilinen yanlış da rüyalar öyle 10-20 sn değilmiş. Bir kaç dakikaya kadar uzayabiliyormuş. Sadece uyku dönemi geçişlerinde görüyormuşuz. Bir de her insan her gece en azından 5 rüya görürmüş de hatırlamazmış. Ben niye hatırlıyorum?

    Gitmek'ten-mek'ten

    13 Temmuz 2010 Salı 14:59 Gönderen tamarra 0 yorum
    "Ey sevgili! Seni sevmekten ve düşlemekten asla vazgeçmedim. Sen benim Diego Rivera'msın. Yıldızlarsın sen, ay ve bulutlar, haberlerdeki F-16'lar. Kırmızı yatağımdaki o koca bedensin. Çekmecemdeki son sigara, beni sarmalayan o koca kadife yeşil ceketsin. Bir kuş misali uçarak gitmek istediğim adamsın, İran'sın, Suriye'sin. Habur'da nöbet tutan askercik, Mezapotamya'daki en vahşi kıpkırmızı gelincik, üzerine yattığım uçsuz bucaksız, boz bir vadisin, Marlon ve Brando'sun, küvetimde yatan şişman melek, sevincim, acılarım, tüm arzularım, tiyatrodaki, İstiklal Caddesi'ndeki eşim, Gabriel Garcia Marquez'in son mektubusun. Ve ben de, 'Zorba'daki her tarafından şehvet fışkıran o şişman dul kadınım. Kim uçurdu kafamı acaba? Ben kafam olmadan da yaşarım... Çünkü elim, kolum, bacaklarım var sana ulaşmak için ve bir el bombası gibi fırlatıp tüm kahrolası sınırları havaya uçuracak bir kalbim..."

    Ayca Damgaci'dan Hama Ali'ye...

    Hala bulamadim su filmi, bulsam da izlesem yeniden. O kucuk sinema salonunun kirmizi kapilarindan girmek gibi olmaz ya, yada sogukta huzur'la icilen sigara, yine de bulmali, yagmurlu kucuk penceremden kirmizi agaci gorerek izlemeli.

    NOT; ders cok dandik, darlandim, iki gunluk yaz da geldi gecti, bende tam bu nedenle yani yaz bir turlu gelmiyor diye mavi oldum. evet siyah-mavi, evet muhtemelen saclarim yine yanacak ve ben bu sefer kel kalacagim. eldivende olmadigindan ellerimde mavi oldu, kirmizi ojeyle kapattim, ah ne guzel ne guzel seni sevmek, this one is best, because. pof/ bir de o mektubu bir adama yollayabilecek kadar sevmeye cesaretim olsaydi, korkar dedigim herkesden daha cok sakiniyorum kendimi. nerden de cikardim. soru kitapcigini bitirmedim hocam ama paragrafi yarina yetisitircem simdilik turkce yaziyorum noktalamaisaretikullanmadanyazmakistedimveboslukolmadan
    nekadarzorokumasiyazmasibirokadarkolayahahsevdimbutarzi

    Prisencolinensinainciusol



    Felina'nın ilk aşkı, İtalyanların gençlik rüyası, genç kızların sevgilisi oooo biiirrrrr Adriano Celentano!!!!!!!
    Felina'nın bu vidyoyu izlerken ki yüz ifadesi, kendinden geçişi, bahçede çılgınlar gibi dans edişi.
    Sessiz bir Vancouver akşamını renklendiren Adriano abimize saygılar...
    Dipnot: Şarkı italyanca yazılıp ingilizceymiş gibi söyleniyor. Hiç bir anlamı yok sözlerinin. Adriano abimiz, iletişimsizliklere dikkat çekmek amacıyla yapmış bu şarkıyı. Sarışın taş ablamız da Raffaella Carra, kendileri de Pino'nun ilk aşkı. Fiestaaaaa diyen kadın. Güzel kadın.

    Oh Kanada!

    19:54 Gönderen tamarra 0 yorum
    içtiğin suya, yürüdüğün yola, çektiğin sigaraya, yediğin ekmeğe, ısındığın havaya, her şeye her zaman kesilen bir vergimiz doğdu, hayırlara vesile olsun. yani sevgili cici Kanada hükümeti, susamana, yürümene, efkarlanmana, acıkmana, terlemene vergi kesiyor... Kısacası yaşamının içine sıçan nur topu gibi vergi krallığımız hayırlara vesile olsun...

    Güzel evlilik teklifi

    9 Temmuz 2010 Cuma 17:48 Gönderen tamarra 0 yorum
    feriyim_musichttp://www.dailymotion.com/video/xcz6ep_volkan-konak-feriyim_music

    "sevgilim
    yesil erigim benim
    ben icine hapsolmus cekirdeginim senin
    hapiste gunler agir gecer diyordun
    olsun be ben vazgectim hurriyetimden
    yeterki yetim bir cocuk gibi birakma beni
    zira sensiz bu can bir yuktur yuregime
    kaldir opulesi alnini ve bak bana
    gordunmu gulum bir tek gozlerim degismedi gene
    bir tek gozlerim

    acilir acilir gozleri gulumun
    iclerinde yesil cam agaclari
    uyanislarin en tazeleri
    odamizdan gecer gulum seninle

    ferigim fidanim feryadim
    hey benim zizil parmak
    memleket gozlum

    geceleri hep pesinden kosar
    gogsume takip yonumu buldugum
    kalp verdin onur verdin
    yetmezmi deli fisegim

    ferigim fidanim feryadim
    hey benim zizil parmak
    memleket gozlum

    benim en buyuk kudretim
    senin sahiden sehrimde oldugunu bilmek
    hatta su an islak sehrimde geceliginle balkondasin
    bende dokunmaya calisiyorum ince parmakli ellerine
    kaldir opulesi alnini ve bak bana
    yoroz degil kararan
    yuzumde isigindan ayrilmanin kederi
    birazda iste geldik gidiyoruz un huznu var
    ama gordunmu gulum
    bir tek gozlerim degismedi...yine
    bir tek gozlerim"


    bunu bana söyleyenle evlenicem. abarttım mı? ama evlenilir ki...

    çin çerçeve

    17:15 Gönderen tamarra 0 yorum
    çerçeveli fotoğraf çerçevesiz fotoğrafa göre daha resmi bence. bütün çerçeveler çin malı.yine de güzel çerçeveler yapıyorlar,yada fotoğraflar çok güzel. hava da sıcak. kazım söyler nazım okurum, yaz geçer.

    "Ateşböcekleri"

    00:02 Gönderen tamarra 0 yorum
    Birden şarkı bize gibi geldi. Birden şarkının şu cümlesi içimi kırptı:


    "Hepimiz ayrı dallarda yüreklerimizde ateş 
    Kavuşuruz belkide yeniden yanar güneş" 



    "Nerden geldiyse geldi, kondu bir gün dalıma 
    Çare arar gibiydi sonsuz karanlığıma 
    Düşlerin boşluğunda ümitli bir uçaktı 
    Hüzünlerimi kesen sihirli bir bıçaktı 
    Ateşböceği aydınlat geceyi 
    Şarkılara dizelim bin bir heceyi 
    Ateşböceği aydınlat geceyi 
    Işıltınla tutuştur karalanmış gerçeği 
    Dost olduk yavaş yavaş, anlattı ülkesini 
    Eskiden ışıl ışıl yanan güneşlerini 
    Nerden gelmişse bir gün bir ressamla bir deli 
    Baştanbaşa siyaha boyamışlar her yeri 
    Boyanmadan kapkara siyaha batan güneş 
    Her biri koşup almış birer parçacık ateş 
    Hepimiz ayrı dallarda yüreklerimizde ateş 
    Kavuşuruz belkide yeniden yanar güneş 
    Ateşböceği aydınlat geceyi 
    Şarkılara dizelim bin bir heceyi 
    Ateşböceği aydınlat geceyi"


    İlhan İrem, dinlemekteyim, bugünlerde pek bir güzel, bir vuruyor bir topluyor. Sonra 'işte hayat yine akıp gidiyor'

    Aragorn

    Hiç yakışmadı profesör, Aragorn'a nasıl yaşlı dersin, hem şiir bile yazıyor o! Sanki yaşla alakası var da.
    Bugün ne sıcaktı yaa, fenalık. Romanya'nın kızları hep Nataşa, adamlara gelince hep Nazdrovya. Pes.
    Yaz gelmiş, bahçe sezonu açılmış. Kocaman şemsiyelerin depodan çıkıp masada ki yerini alma vakti gelmiş.
    Bu oyunu da iyi sevdim, 'benzetme' oyunu. Ama burnuma da şöyle efil efil vurmadı mı arka bahçenin çimen rüzgarı. Bir tek çocuklar eksikti, ananeleri tarafından akşam yemeğine beklenen. 
    Bir de serince musluktan akıtılan su.
    Burda da çeşmeden içerim ne var.
    Karşıya çifte çamlar oy sakızı yere damlar...
    Bir de burda eğer şüpheli birini görürsen hemen 911. Polis 2 dk ya kalmaz damlar. Hem gecenin 12sinde bahçede ki siyahlı adam kimdi. Kim olacak kısmetin! pes. Romanya'lılar sanki hep tatarım gibi olacak sandım da, suyuna Balıkesir yeşili bulaşmayınca böyle buldumcuk oluyor işte.
    Aman.
    Hala sıcak.






    (Turşum bugün profesörün biriyle yüzüklerin efendisinden bahsettik. Bizim aragornun bir filmini izledik. Elin memleketinde öyle, yabancı bir ağızdan duymak bizim bıçkın delikanlının adını şaşırttı beni. Bugünlerde bana çok sürpriz yapıyorsun..)

    Laf


    Bi laf duy, için acısın. Bi laf, kaç senelik. Kaç sevdaluk...
    'Dünyada ki bütün okyanuslardan vazgeçtim. Senin gözlerinde ki Karadeniz'de boğulmak istiyorum...'
    Sonra bu lafı ilk duyduğunda (kaç sene öncesi?) koşa koşa paylaştığın esmer bir kız çocuğunu hatırla, gözlüklerini ve renkli kalemlerini... O kız çocuğunu özle, renkli kalemlerle bir başına kal ama.
    bir de o zamanlar ben bu şarkıyı çok aramıştım. tabi kasetçilerde cdcilerde. google amca yoktu o zamanlar. şimdi ne kolaymış. hemencecik, bulunuveriyor... 

    Yasasin!

    6 Temmuz 2010 Salı 11:50 Gönderen tamarra 0 yorum
    1962 basimi Jack London kitabi, bir biyografi about a man, sadece 50 cent! Yasasin sanki. Peki ya o su yesili kapagindaki kucuk cicek islemelerine ne demeli, sayfalarinda kimbilir kimlerin aldigi notlar...

    Kutuphane

    11:46 Gönderen tamarra 0 yorum
    Simdi, kutuphaneyi gezerken, turkce birkac kitap ararken yada en azindan turkiyeden bir yazar, karsima sadece Orhan Pamuk cikmasi... Ondan gayri pek kaale alinmamiz. Fakat, rus bolumunde karsilasilan Nazim kitabi, lakin turkiye yazari olarak gozukmemesi. Sanki Rusya sairi gibi.. Sanki onca memleket siirini  onca hasreti Rusya icin cekmis gibi...
    Peki Turkiye ile ilgili kitaplarin sadece "Ermeni Soykirimi" ile alakali olusu. Baska yaptigimiz bir is yokmus gibi, bu konu uzerine yazilan onca kitap...
    Yine de, Armenia and Turkish Section, olarak gozukmesi. Kitaplarimiz yan yana duserken, kardes kardes dinlenirken laflarda, ayni cografyanin cocuklari oldugumuzu israrla inkar etmemiz..

    Saray


    Türkiye'de hiç tercih etmediğin bir markanın ürününü, gurbet ellerde 1 dolarcıda görünce çocuklar gibi şen olmak. Nereye koyacağını bilememek. Bitmesin diye dua etmek, kıyamayıp yememek..


    Her şeye rağmen, üzerindeki inek ve süt simgelerine mana verememek.

    Gül-Beyaz

    21:47 Gönderen tamarra 0 yorum
    .
    Ne zaman 'gülbeyaz' izlesem, aklıma Nazım okumanın hoş karşılanmadığı bir dershane gelir.




    Sene 2002. Vay be.

    yeni-eski

    4 Temmuz 2010 Pazar 12:11 Gönderen tamarra 0 yorum
    Eski güzel olsa bile
    Yeni'ye şans ver.
    Yeni eskidiğinde,
    Güzel olsa bile,
    Yeni'yi bekle.

    Düzen

    eskisini yıkmadan, kuramazsın yeni düzeni.
    göçüklerini temizlemelisin
    moloz yığınları arasından
    kırık dökük tuğlaları
    kırıp iyice
    yeni binalar örmelisin.
    eskisini yık,
    yenisini istiyorsan.
    depremler yarat,
    fırtınalar kopar,
    batır gemilerini, evlerini.
    yepyeni bir karada
    eski olmayan bir denizde
    yeniden öğren,
    yüzmeyi, yürümeyi.
    yeni düzen, eskiyi götürür.
    gitmeli eski,
    artık eskidiyse.
    yık.