Hello My name is Kemal Ersoy

Ev aramak zahmetli bir istir. bilirim. bu konuda pek cok deneyim yasadim. ev bulma ugruna nereli oldugum her emlakcida yeniden belirlendi.
-abi onu bunu birakta nerelisin sen?
-trabzon?
-inanmiyorum!!!!!!
-noldu?!
-bende. neresindensin?
-tonya.
-saka su anda. bende tonyaliyim. dursunogullarini bilir misin?
-yok canim. onlardan misin?
-dursun dursunoglu benim dayimdir.

emlakcinin ya da ev sahinin nereli olduguna gore sende orali olursun. 7 bolgeyi de iyi bilmen gerekir. her ilcede muhakkak bir ataturk caddesi, cumhuriyet meydani ve merkez camii vardir. uyanik olcaksin. cografya dersinde uyumayanlardansan yirtarsin. bu bunye ev sahibinin en delisini dize getirir. alistik bi yerde.

fakat, gurbet ellerde ev bulmak 7 bolge cografyasiyla olacak is degil. nitekim burda bir cumhuriyet meydani yok. kanadanin kendi icin 7 degisik bolge saati var. haliyle ust seviyede bir cografya bilgisi istiyor. burdan giremiycez mevzuya onu cozduk. ne soylemem gerektigini kestiremiyorum ev sahiplerine ama soylenmemesi gereken bir sey var ki..

ev sahibini aramadan once klasik muzik acmanin kime ne faydasi var bi kere?peki ilk cumlenin: Merhaba benim adim Kemal Ersoy olmasina ne gerek var. heyecandanmis. her seye eyvallah da 5 gun yikanmadan kafanda bereyle emlakcinin karsisina dikilinmez. adam size o evi neden versin. bi kere les gibisiniz.

evet. hala ev ariyoruz.

Blue, Mary Jane

15:15 Gönderen tamarra 0 yorum
bi sabah uyandim ve burdayim. burasinin neresi oldugu artik rahatsiz etmedi. yanimda biri vardi, saclari sariydi, tanidikti, bana sabahlarin senin olsun dedi, sabahlarim zaten hep benimdi.
bos gecen gunler vardir. 24 saat yasarsin. kosturursun ustelik yoruldugunda olur ya hani ne yaptin diye sorduklarinda susar kalirsin. koca gunler, saatler oylesine akip gitmistir. elinde birsey yok, bir kac saat. beynin yerinden cikmis ya da sen beyninin icine girmissin.
butun ruyalarimi hatirladim, isiklar parlakti. butun ruyalarimi gordugum butun geceleri hatirladim. ayaklarinin uzerinde yuruyebilir mi bir insan. ben yurudum. kendime ayaklarimdan bakinca cok buyuk geldim. sonra beynime ciktim kendime baktim yine bu sefer de cok kucuktum.
miktarimizi sadece nerede durdugumuz belirliyor.nerden bakarsaniz degisiyoruz. degisimin degismeyen birsey oldunun farkindayim ama paradoxlar hep. muzik insani goturebilir. muzigin insani goturebilecegini gecen aksam anladim. nereye goturuyor diye sorarsaniz bunun cevabi da nereye gitmek istediginize bagli.
ben bugunlerde beynime giriyorum. o an cok guzel oluyor. dekorlar kuruluyor boyle gercek boyutlarinda. kucultmuyor beyniniz. sadece bir anda orada oluyorsunuz. nerde olmak isterseniz yani. 
bu kadar aradan sonra bunlari yazabilirdim. anilar gelecek, biraz.

Gitme fiili bitmeyen bir eylem

Evet biliyorum yazmıyorum ama denk gelmiyor. Okul var mesela okula gidiyorum. öğleden sonra ki derslerime bile geç kalma potansiyelindeyim. kitaplarımı alamadım henüz, neden çünkü kitap yok?? sonracığıma erkek milletine küfrediyorum. odun odundur kardeşim isterse kalksın Kanada'ya gelsin farketmez. ayılık kanında varsa bu kadar kibar bi memlekette bile gösterir o angaralı ögüzlüğünü. neyse ya bu konuda yazmak bile istemiyorum.
sonracığıma gezesim var çok. Vancouver'dan sıkıldım. aslında öyle de değil, havasından ve okuldan sıkıldım. sevemedim okulu bilmiyorum neden. böyle bir lise havası var çünkü. yok devamsızlık yapamıyorsun yok geç kalırsan derse alınmıyorsun filan. ne lan bu?? ben liseyi bitireli 4 sene olmuş hala bunlarla mı uğraşmcam. peh.
sürekli yağmur yağıyor ve güneş yok. gün içinde sıcaklık 22'den 10'lara falan düşüyor. tabi hastalık oranı artıyor böylece. şu anda evin içinde ki herkes hasta mesela. bende hasta olmasam mı olsam mı modunda günlerdir kırık bi şekilde geziyorum.
amerika vizesi almak istedim burdan, kadın şansa bağlı bazen vermiyorlar bir de ülkenle abd nin ilişkisiyle alakalı dedi. dedim tayyip gülüm hemen bi telefon obama ya ben vize yarına elimde. kadın aval aval suratıma baktı.biz amerikanın orta doğu temsilciliğindeyiz sevgili saf kanadalı dünyadan haberin yok.
tamam şehir değiştirmeye karar verdim. bunda sevgili arkadaşım Lara'nın payı yok mu? var. evet iki hafta sonra zaten okul gezisi var, Toronto ya da Montreal. sanırsam ben Montreal'e gidicem. bi görelim bakalım, seversem oraları kim bilir? ikinci dönem oraya transfer olurum. bir kaç okul araştırdım, içime sinenler var. ama bu sefer lönk diye karar vermiycem, iyice düşünücem. çünkü bu şehri seviyorum mesela, oturmuş bir sistemim var. yeni bir düzen için kolları sıvayacak gücüm var mı ondan emin değilim.
çalışma vizesi alamıyormuşum, vizesiz çalışıcam bende. bi kaç arkadaş öyle çalışıyormuş, demek ki oluyor böyle işler.
biz ayrıldık diyemedim dinliyorum, özgün. zaten bugünler popüler kültürün en dandik şarkılarını dilime takıyorum. haklısın yiğit özgür serdar ortaçın şarkıları hepimizin diline takılıyor.
haftaya rus evi diye bir kulübe katılıcam. bedavaya rusça öğretiyorlarmış. evde ki kazak hatundan öğrendiğim kadarıyla kazakça da türkçe kelimeler var. mesela onlarda "canım" diyor. gerçi "janım" diyorlar ergen gibi ama olsun. bende burda adımı "ejem" yazıcam her seferinde şöyle bir telaffuz duyuyorum çünkü "ezem". o ne be ezel gibi.
%58'i gerizekalı bu milletin. katılıyorum bende. o gün türk tvleri açıktı, ağladım bilgisayarın başında. o günden beri boynumda türk bayrağı kolyesi taşıyorum. faşist değilim sadece çok üzülüyorum bu memleketin haline.
okulda rus bir çocuk var beni her gördüğünde "maraba nasılsin" diyor. 12 kere falan Türkiye'ye gitmiş de, pratik yapıyor benimle.
geçen gün derste haberleri izlerken, şöyle bir sesle irkildim "bus bombing in Turkey" hocaya dur dur dur diye bağırdım. ne kadar garip, Kanada'da okuldayım, ve patlayan otobüs haberini dinliyorum televizyondan. haberde şöyle diyordu "mayınları kimin döşediği bilinmese de türkiye de bu tarz olayların sahibi kürt militaristler"
bayram türk cafesinde eğlence vardı. oraya gittik. rakı içtik. çav bella söyledik, herkes söyledi. herkes gergindi 12 eylül de ne olucak diye. bir daha ki bayram çav bella mı söylenir yok yandım gülüm keten helva mı bilmiyorum.
burada geldiğimden beri hiç trafik görmedim. dürüst olmak gerekirse özlemedim de.
akşam sinemaya gidicem arkadaşlarla. burada sinemalarda ara olmadığını öğrenince çok şaşırmıştım. bence çok sıkıcı bunaltıcı. hele sigara tiryakileri için.
içimde çok sıkıntı var, içimde ki sıkıntı günlerdir geçmiyor. içimde ki sıkıntının geçmemesi fikrini sevmiyorum.
belki de Kanada'da başka bir şehirde geçer.
öyle işte.

Sevgili blög

Sevgili Blög, (aslında daha önce başlıkta hitap etmiştim ama olsun )

bugünlerde seni çok aksatıyorum sana hiç yazamıyorum dün gece rüyama girdin dedim yazayım. (resmen ilk okul da yapardık bunu, günlüğüne bi süre yazamayınca açıklama yapardık özür dilerdik filan. sadece ben değilim canım bir kaç günlük daha okudum öyle. ne andavalmışız, hayır aslında sevimli bir yanında var kibarlık)
yazacak bir şey bulamayıp saçmalamak diye buna derler. hadi neler yapıyorum onları anlatayım bari. malumunuz kötü bir haberle afalladım bir kaç gün önce. bu konuya girmek istemiyorum ama bu olayla doğrultulu olarak kendimi sokaklara vurmuş durumdayım. aa geçen hafta oryantasyon vardı ondan bahsedeyim biraz.
neyinden bahsediceksem, işte bu dönem bir kaç tane daha türk var gerisi gene çinli koreli japon filan. çekik çekik insanlar. pankart hazırladık bir takım oyunlar filan oynadık sonuncu olduk artık bildiğim kampüsü bi yüzüncüye filan tanıtım turuna çıktık. bu arada ben çubukla yemek yemeyi öğrendim. azmettim başardım! hem öyle bir azmetmek, Sophia bana ödev verdi çubuklarla gördüğüm herşeyi tutmaya çalıştım. hatta bunun içine ağaç dalları yapraklar filan da dahil. bir kaç "kuru" yaprağı da koparmayı başardım hatta. sonracığıma okul da elli tane dert gene, bugün dellendim. bankaydı okula para yatır yok hesaptan para çek çekeme nakit istemiyorlar e transfer filan. of. ha bu arada sevgili arkadaşım Berfe, (okuduğunu biliyorum her harf gözüne girsin) canım benim bak biz Lara'yla aynı ülkedeyiz ama aramızda 3 saat fark var. hayır mıhlı da herkesi ayağa kaldırdınız anamla beraber, yetmedi kanada yı da birbirine kattınız. Lara bi yanda ben bi yanda yüz kere aranmışız noluyor lan dedim. tam da o sırada pantolon deniyorum kulağımda abartısız bangır bangır bi müzik sonra Berfe'nin sesi. istediğin şey de çok tatlı yani arkadaşım. neyse bunun hesabını burdan sormıcam.
sonra evde Kazakistan'lı bir kız var. adı Jane, hiç hoşuma gitmedi. ilk geldiği gün zaten beni 7.30 da kaldırdı "korkuyorum beraber kahvaltı edelim mi" diye. ağzına şemsiyeyle vurmak istedim ama dedim yazık kızın ilk günü. yapmadım bişi. ama şansını zorluyor her sabah her sabah gecenin bi yarısı hatta noluyoruz lan. Felina da hazetmedi zaten. bu arada ben iskender yaptım. evet yaptım bunu. pide yi çok aradım ama. biri dedi ki İran marketlerinde var, gel de İran marketi bul ama. dön babam oraya buraya git sor hatim ettim yolları. aklıma da hep Parastoo geldi, canım arkadaşım. anlamazdık da farsça filmleri izletip dururdu bize. O'nu burdakilere, Selvi Boylum Al Yazmalım izletirken farkettim. tabi filmin en güzel lafları ingilizce de eşşek şeyine kelebek konmuş gibi kalıyor. yine de etkilendiler.
Vancouver'da sürekli bir kültürel aktive var, dağcılar apartmanlara tırmanıyor, sokaklarda müzik şöleni, çadırlar yöresel pazarlar filan. noluyoruz lan?
sonra Felina bana mojito hazırladı geçen akşam (ramazan da içki mi içiyorsun hiii diyen annemin sesi kulaklarımda çınladı) bende onlara Dar Heji Roke dinlettim.
ha bir de benim Bosna-Hersek'li hocam yeni eve taşınmış, parti verdi. oraya gittik. evin içi bir Hereke Zoo gibiydi. kutu gibi eve kaç kişi sığdı sayamadım. gelenlerin hiç biri de birbirini tanımıyor. herkes ortak Maja'yı tanıyor ama başka bişi yok. "yatağımda bişi" diye kelime ya da cümle türetme formunda bişi oynandı ama ingilizcem yetmedi evet anlamadım. çok garip insanlar vardı, öğrenci evi gibiydi hiç yabancılık çekmedim evet.
bir de bu ara yeni tanıştığım insanların çoğu ya Türkiye'ye gitmiş oluyor bana İstanbul'la ilgili bişiler soruyorlar filan ya da Türkiye meraklısı oluyorlar. ben de burada reklamımızı yapıyorum yakında Turizm ve Kültür Bakanlığından maaş talep edicem. gerçi Efes Pilsen'den de bi talebim olabilir Vancouver şubesi filan mı açsam.
bir de biz referandum da oy kullanamıyoruz. burada bir takım Türkler olarak şansımızı zorladık hatta Muzo isimli güzel bir ablamız elçiliğin ağzına bir posta sıçtı ama maalesef. teknik olarak TC kullanın var hakkınız diyor ama Kanada hükümeti hiç bişi hazırlamamış, sadece gümrüklerden kullanabiliyoruz. şaka filan herhalde Edirneye gitcez en yakın kapıdan oy kullanıp döncez. başka derdi varmı acaba Tayyip'in?? ona da gerilmiş durumdayım işte.
bir de burda resmi tatildi bugün Labour Day, heryer indirime girdi işte bende kendime sonunda kışlık bot aldım. hemde çok güzel, sanki biraz maskülen ama güzel yaa. haa bir de yeni oyuncak aldım. "quatchi" adı ben koymadım Vancouver olimpiyat maskotlarından ama çok şebek hatta altta fotoğrafını koyayım ben.
başka ne yapıyorum ben, yapmıyorum sanırım bişi Farid Farjad dinlemeke dışında. Felina'lar State'e gittiler hafta sonu bana hediye olarak bir karton sigara getirmişler çok mutluyum. bu kadar sevgili blög, seninle daha çok ilgilenmeye çalışiiciim. öperim.

Davul'un sesi Kanada'dan hoş gelir limiley

Malumunuz 11 ayın sultanı Ramazan geldi, hoş geldi. Bütün müslüman ülkeler hazırlıklarını yaptı, RTE bu sıcakta bile kömür dağıttı, iftar çadırları kuruldu, önlerine de "evvetttt Türkiyeeee" temalı minibüsler dinkizlendi, işçisi memuru "sahura çok koyma iftarda yeriz hanım" ekonomisi yapmaya başladı, karikatür dergileri ramazan konulu çizimleriyle gönülleri şenlendirdi, davulcular yaratıcı olmayan manilerle teknolojiyle savaşırcasına uykuları katletti, oruçlu güzel şoförlerimiz türkçemizin en yaratıcı küfürleriyle oruçlarını sakatladı, iftar trafiğinde metrobüse binen insanlarımız Kadir Topbaş'a en derinden saygılarını ve sevgilerini sundu, amcalar teyzeler ve yeni yetme ergenler geyik olsun diye "nerdee o eskii Ramazanlar tey tey tey" dedi, Eyüp ve Sultanahmet en güzel ışıklarıyla süslendi, vs vs. (rüyama girdiler ordan biliyorum)
Benimse bu sene Ramazan'la tek alakam (aslında iki), Pakistan'lı öğretmenime iftar saatini sormak ve ev sahibim Felina'ya Ramazan'ın ne olduğunu anlatmak oldu. Şimdi zaten Ramazan'ın ingilizcesi Ramadan, ne zaman desem aklıma "rafadan yumurta" geliyor, Allah günah yazmasın. Yani ne top patlaması, ne iftar trafiği, ne pide kokusu, ne davulcu gümbürtüsü, ne politik Ramazan edebiyatı. Anlayacağınız çok huzurlu bir Ramazan geçiriyorum. Sokakta gönlümce sigara içebilirken, uykularımda davulla bölünmüyor. 
Sanmayın ki huzur veriyor bana bu sessizlik, tam tersine kıskanıyorum Türkiye'de ki gürültüyü. Evet, davulun sesi uzaktan hoş gelir ya gurbetten daha da bir hoş geliyor.
(Aldığım duyumlara göre Edirne'de davulcularla göbek atılıyormuş sahur vakti.)
Burada ise, hicri takvim uygulanmadığından pek kimsenin haberi yok, neler olup bitiyor, miladi takvimde ise bu ayın hiç bir özelliği yok.
Evet, ben burada bir başıma Ramazan geleneklerini sürdürecek değilim, zaten o işlere Fethocu cemaat bakıyor, kalkıp da onlarla iftar yapacak halim yok. Ama yine de özeniyorum kardeşim, pide kuyruğuna girsem, orucu sigarayla açsam da başım dönse, sahurda yumurta yesem bütün gün susasam filan. İnsan ne garip şeyleri özlüyor uzaktayken..
Bu kadar duygusallık yeter diyenlere konuyla ilgili fotoğraflar geliyor:


birincisi en sevdiğim Yiğit Özgür klasiklerinden, her seferinde eheheheh diye gülerim,laf aramızda.

Bu da anca Türkiye'de olur, Türkçe'sine kurban olduğum davulcusu.


Bende burada bu şekilde sahura kaldırılmak istiyorum! yetkililere duyrulur!

zuhahah filan:)




Bilgilendirme

Şimdi sağ üst köşede 4 ayrı adres var, o adreslerde benimdir ki o sayfalarda benim yaptıklarımdır, yazdıklarımdır. tek bir blogda her haltı yemek yerine kendime kategorili şeyler yaptım, sayfalar açtım. merak edenlere, yani takip edilebilir...



Başka bişi:


sanırım içimi dökmem için, içimde kalan şeyleri yazmak gibi. nası desem, anı da değilde, hani aklına iki cümle gelir de sıfatı şekli şemali yoktur. öyle dökülür. yazıdır, okunabilir.




Dile Takılanlar:


her gün bir şarkı ekliyorum. ruh halime göre, moduma göre, ona göre buna göre birşeye göre işte. müziktir, dinlenebilir.



Fotoğraf-flickr:


çekimlerden fotoğraflar var. ancak sanırım flick üyeliği istiyor fotografları görebilmek için. fotoğrafır, görülebilirliği tartışılır.



Şiir gibi:


Ben zaman zaman şiir de yazmaya çalışıyorum. yazamam da işte şansımı zorlarım. bu sayfadan da şiirlerim görülebilir. şiirdir, okunabilir


Sabahın bir sahibi var!

15:34 Gönderen tamarra 0 yorum
Bi yerden birşeylere başlamak istedim. Bugünü anlamak için tarihe bakmak, yol bulmak o islerin arasında, bir şeyleri aydınlık tutmak istedim. Dünya'nın ayıbı, Türkiye'nin ayıbı, ne çok ayıp etmiş bu yer yüzü insanlığa, insanlık ne çok acıtmış şu toprağın canını. Türkiye yakın siyasi tarihinde o kadar çok "kanlı" günler var ki.. Kanlı Pazar, Kanlı 1 Mayıs, Kanlı 16 Mart, kanlı, kanlı... Bir tek karafilli gün görmedim henüz, daha bir dal çiçek uzatılmamış halka.. Hep kurşunlar saçılmış. Şimdi sözde "özgürlük" vadeden bir anayasa geliyor. Diyorlar adına demokrasi, 12 Eylül'ün hesabı sorulmadan, sen kalkıp hesap sorulacak yeni bir 12 Eylül yaratıyorsun adına da "demokratik devrim" diyorsun, evet dileniyorsun... Ama kızmamak lazım, o Eylül'ün gelişini Ocak'tan gören adamlar bugün hala mimarlarıyla müzakere yapıyorlar gizli odalarda.. Askeri darbeymiş, keşke sadece askeri olsa bu memlekette yapılan ayıplar. Altına bakmıyorsun üstteki tozu görünce alttaki iti yok sayıyorsun.. Kenan Evren'e darbe hesabı diyorsun da senin Gladio'nun içinde ne işin var be adam? diyemiyorsun.  Bunlarla ilgili uzun uzadıya yazıcam bir gün, şu araştırma bitince.. Ama bir vidyo buldum öyle, kanlı günlere ağlarken. Canım yandı izlerken. 1 Mayıs 1977 Kanlı Taksim günü için bir çok belgesel, yazı, makale, film yapıldı edildi. Ama ham görüntüleri görmemiştim hiç. "kaçmayın" diyen seslere "yapmayın" diyen seslerin karıştığını duymamıştım.. Gözlerim doldu, yüreğim yandı. Sonra Ruhi Su'nun su gibi sesi geldi aklıma, "Sabahın bir sahibi var, sorarlar bir gün sorarlar." Yıllar geçti üzerinden sorulmadı hesabı. Sular İdaresi yıkıldı, Etap Marmara Oteli The Marmara oldu bulunamadı izi, soyu. Bugünlerde hükumetle muhalefet "soy-sop" diyedursun, nerede kaldı, kansızın soyu?? Bir kişi de çıkıp soramadı ya bunu.. 

"Bir Gün Tek Başına" için.

Okumayı birazcık seven herkesin hayatında bir "kitap" vardır. o kitap bazen baş ucunda durur, uykusuz gecelere ilaç olur. yolunu kaybetsen ışık tutacak gibidir. bütün karakterler sayfalardan taşıp yanında gezerler gün boyu. akıl danışırsın yada küfredersin kızınca, bir kitap, sarı izler bırakır insanın hayatında. sanki hiç bir çamaşır suyunun çıkaramayacağı italik lekelerdir bunlar. bir cümleye esir olursun, bir kelimeyle bitersin ve bir nokta yeniden başlatır seni büyük harflerle. özendiğin ya da korktuğun bir hayat sunar kitap sana. yine de, o hayat senin hayatındır. illa ki bir "yazar" başarmıştır bunu, henüz karşına çıkmadıysa o anlatım, yeterince okumamışsındır..


Vedat Türkali'nin ilk romanı, Bir Gün Tek Başına.  1974 yılında Milliyet Yayınları Roman Ödülünü, 1975 yılında da Orhan Kemal Roman Armağını'nın sahibi oldu. 743 sayfanın her köşesinde derin psikolojik analizler, düşünce çatışmaları, iç sesin dış sesi ne denli etkileyebileceği, 60 darbesinin öncesinde Türkiye'nin sisli havası, politik karmaşalar, devrimci ve devrimci olmayan çevreler, polis korkusu, sol kesimin umutsuz çırpınışları, her şeye rağmen umut güdenler, evliliğin çaresiz yükü, ustalıkla sarıyor adamı. ilk cümleden itibaren daldığınız bu "yeni dünya" sizi şu andan çok geriye götürüyor. Beyazıt'da "çınaraltı"nda yudumluyorsunuz çayınızı, Babıali yokuşundan çıkarken nefesiniz kesiliyor, Yedikule'de ıssız yollara düşüyorsunuz sevgilinizle... 


"ikinci katın merdivenlerine gelince durdu." Kenan'dı. Kenan'a kızarsınız okurken, sonra derin bir acımayla seversiniz onu. acıma hissinin her şeyden güçlü olduğunu anlarsınız sonunda. 


"güneş bulutlara girip çıkıyordu." Günsel'di, anlarsınız Günsel'i, seversiniz sayarsınız. Gençtir o, sahiplenirsiniz hatalarını. sonra kızmaya başlarsınız cahilliğine. kızgınlığın sevgiyi götürdüğünü anlarsınız sonunda.


"gözlerini kaçırıyor, sessiz, sürekli ağlıyordu yalnızca". Nermin. sürekli ağlar, içiniz taşar ağlamasına, ölsün istersiniz, sussun. sonra engellerin asla ölmediğini ve hep konuştuğunu  anlarsınız. 


Lisede okumuştum sanırım ilk kez. Annemin ve babamın en sevdiği roman olma özelliğini taşırdı. eski bir baskıydı, ilk baskılarından. annemin üniversite döneminden kalma. bantla yapıştırılmış bir çok yeri. saman sayfalar sahaflar kokuyor sanki. kitaplıkta dururdu. bir gün, tek başımaydım. elime aldım. Kenan'la tanıştım.. 


uzun senelerdir periyodik aralıklarla okurum bu kitabı, bir çok yerini ezbere bilsem bile her okuyuşumda ilk kez okumanın heyecanıyla bitiririm. hayatımda ki yeri, sadece neden? sorusuna beni hazırlamasındandır. baş ucumda evet, hava serinse o gün, yağmur nazlanarak damlıyorsa pencereye, kahvenin suyu kaynamışsa ve yatak her zamankinden daha bir çekici geliyorsa gözüme, 50li yılların sonlarına gitme vaktim gelmiştir. uysalca çağırır beni turuncu kapağı, karşı koymam bende, bildiğim yolları kaybolarak gezerim yine. 


"Bir süre sessiz kaldılar. Bir kaç yudum çay, sigara."


bir cümleye ancak bu kadar anlam yükleyebilir bir insan. düz sade bir anı, özelliksiz olmaktan çıkartıp, baş köşesine sonsuz manalar yüklemek, okuyucunun hayal gücü belki. ya da benim.. her şeyi anlamıştım bu cümleyle. bir kaç yudum çay ve sigaranın anlamını. Serin bir akşam üstünde, Beyazıt'da Günsel ellerini beyaz mantosunda saklarken, Kenan'ın çaresizliğini farketmiştim. sessizliğin aslında en zor şey olduğunu, insanların yapacak başka şeyleri olmadığı için konuştuğunu, engelleri yaratanın engelli insanlar olduğunu, sükunetin en güzel hediye olduğunu anlamıştım. o zaman işte, imkansız denen şeyin kader aldatmacası olduğuna karar vermiştim. kadere inanmıyorsan zaten, bilim kucaklardı seni. diyalektik kafan çalışırdı çözüm üretmek için. birbiriyle girintili her sebebin sonucuna gidebilirdin yol inşa edip. "küçük-burjuva duyarlılığına" takılmadığın sürece, dünya senindi. çay senindi, sigara senindi, sessizlik senin... senin olan senden ziyade giderdi, öyle ki bazen değmezdi bile sana. işte çaresizlikti bunun adı da. hata insanın, dünya kadar hemde. bu yeryüzünü pisleten ellerimizin temizleme gücü de var mesela. hata benim, senin, yanlış kadar doğru da üstelik. bir yudum çay ve bir nefes sigara, sus susabildiğin kadar...


kitabın adının neden Bir Gün Tek Başına olduğunu, ancak son sayfalarda anlayabiliyorsunuz.. o sayfalar boyunca gözünüzde yaşlar birikiyor, diliniz kuruyor. sonra kitap bitiyor, bir süre sessiz kalıyorsunuz..


Kenan, ilk gençlik çağlarında devrimci olmayı "denemiş" lakin müdüriyette ki ilk sorgusunda "iki tokat" la yılgınlığa düşmüştür. ardından sakin bir yaşam gelmiştir Kenan'ın ayaklarına, Nermin'le evlenmiş, kendi küçük dünyalarını bir kız çocuğuyla şenlendirmişlerdir. Nermin sıradan bir kadın, evi kocası ve çocuğu için yaşayan, dünyayı reddeden onlar için, aile kadını. Kenan ise Nermin'in senelerdir biriken umursamazlığından bıkmış, kendine kızmaktan başka bir şey yapmadan öfke nöbetleri içinde yaşamını sürdürmektedir. küçük-burjuva duyarlılığını dibine kadar yaşayanlardandır, Şişli'de ki evine bile "ölü görmesin" diye Cami önünden geçmeden gitmeye çalışmaktadır. kendi içlerine hapsolmuş, duvarların arasında çürüyen boş hayatın birebir örneğidir Kenan'ın ki 50 yaşlarında...


Günsel, o dönemde çoğu Sivas'lı genç gibi, solcudur o da. abisi sayesinde işçi kesiminin devrimci mücadelesine erken yaşta katılmıştır. yoksulluğu görmüştür, çocukluğu müdüriyet önlerinde devrimci analarının ağlamalarına üzülmekle geçmiştir. işkenceyi dinlemiş, sessiz kalması ve renk vermemesi gerektiğini daha o yaşta öğrenmiştir. o dönemde, Sermet adı "fransız devrimcisi" bir oğlanla sevgilidir lakin "küçük-burjuva duyarlılığından" çocuğun tiksinmiştir. felsefe bölümünü bitirmeye çalışan, devrimci sohbetlere katılan ve umutlu bir geçtir, 25 yaşında...


kaderdir evet Günsel ve Kenan'ı bir rakı masasında birleştiren.. Günsel'in kendinden emin devrimci halleri ve saçlarını umursamaz geriye atışı aşık etmiştir Kenan'ı. gençliğinde kaybettiklerini orta yaşın sonlarında bulmaya heveslenmiştir. Günsel ise bu çocuk ruhlu adama acımak gibi bir hisle bağlanmıştır önce, kızmıştır ve sevmiştir sonra. evliliği reddedemeyen bir aşkın umutsuz pençesine düşmüşler, dönemin siyasi gelişmeleriyle de bu aşkı güçlendirmişlerdir. Nermin "kocam bana dönecek" mantığından asla vazgeçmeden evinde beklemektedir, kızıyla beraber, istikrarla. Kenan ise o evden çoktan çıkmıştır, zaman zaman Nermin'in kadınlığına yenilse de... 


bir aşk hikayesinin bile memleketin sorunlarından nasıl etkilenebileceğini okursunuz, sonra bireyciliğin hiç bir işe yaramadığını anlarsınız. Vedat Türkali'nin romanı, sadece roman değil, hayat ve memleket hikayesi... İstanbul'un izleriyle hemde.. 


"Başkaldırmıştı; gittikçe artan bir güven duygusuyla Zincirlikuyu kavşağına doğru yürüyordu.Islaktı gözleri.Bir asker aracı geçiyordu; subaylar vardı içinde.Dizi dizi arabalar geçiyordu.Açık bir kamyona doluşmuş yapı işçileri vardı; yorgun, dalgındılar.Güneş bulutlara girip çıkıyordu."

Kurtlar Vadisi'yle beraber geçmişe yolculuk

01:08 Gönderen tamarra 0 yorum
Kurtlar Vadisi, tee 2003 de başlamış, ben o zamanlar ortaokuldaydım herhalde. mahallemizin ablası formunda takıldığımdan müptelası olmuştum dizinin. o dönemler kelebek filan sallardım ben, ergenliğin en tehlikeli boyutlarında yaşamaktaydım. mahalle reisi bide sevgilim vardı, yengesiydim herkesin. itiraf etmeli şimdi arabesk dinler tribe girerdim. sor bana o dönemin bütün fantezi-arabesk şarkıları ezberimdedir. dizi de Çakır diye bir abimiz, benim adamımdı. tek nedeni Laz olması, o ara lazlara lüzumsuz bir ilgim vardı çünkü. (Gülbeyaz'ın da daimi izleyicisiydim tabi) ben ki Çakır dizi de öldüğü zaman, 7 gece mevlit okutmuş bir neslin çocuğuyum. şimdilerde o nesil Bihter öldü diye kara yaslara girdi işte. bakıyoruz 10 sene de değişen bir bok olmamış memlekette. allahtan ben değiştim, ergenlikten kurtulunca fakat Kurtlar Vadisi ısrarla devam ediyor. vadide ki bütün kurtlar öldü, takipçi jenarasyonu değişti, kurt kocadı kuzuya maskara oldu, polatın saçları ağardı, adamlar Panorama diye tutturdular başka birşey yok. ben polat alemdarın Ali hallerini bilirim, hey gidi günler hey. 


şimdi nerden geldik buraya, geçen akşam ben yuutuubda deli gibi bi bulgar şarkısı ararken
Dip olmayan not:ki bu çok derin bir mevzu. gözlerim şaşı oldu pcnin başında. tee zamanında Salih abilerin arabada bi şarkı dinlediydim, bulgar kırık bir şarkıcı adını da araştırmalarm sonunda öğrendim. Azis diye bir tip, görmeyin ama hayattan soğursunuz. ay yada görseniz mi. görün kardeşim benim yaşama ümidim kalmadı bu heriften sonra herkesin ki gitsin. yalnız Çakır'la Azis arasında ki yedi farkı bulmanızı da öneririm. sonra da farkı 5e bölüp 2yle çarpın. neyse işte şarkıyı aradım deli gibi, bulamadım. adamın da yüz tane albümü var kardeşim dinle dinle bitmedi. bu sırada bilumum Bulgaristan göçmenleri forumuna üye oldum. o sırada göçmen damarım azdı, bulgarca öğrenmeye karar verdim ki bu alfabeyi görene kadar sürdü. öğrenebildiğim iki kelime sadece "kaksi" ve "dobre" oldu. bir ara bu konuyla ilgilenicem yani bulgaristan latin alfabesine geçince herhalde. neyse şarkıyı da bulamadım zaten.


neyse o sırada Simpsons Kurtlar Vadisi diye bir animasyon gördüm, yarıla yarıla izledim, hatta o derece ki Felina geldi şaşkın gözler baktı bana. ulan dedim Kurtlar Vadisine başlayayım ben, nostalji yaparım. zaten dizi bitene kadar bende okulu bitirir masterı yapar, doktoramı verir Türkiye'ye dönerim. uzun lafın kısası ben başladım, vadiye. ne tırt laflar onlar, ergenken insan çok tehlikeli oluyor. "ölüm ölüm dediğin nedir ki gülüm ben senin için yaşamayı göze almışım" siktir ordan, götüm yok senin için ölmeye demiyorsun da, yaşamayı bilmem ne yaptım. artık yemem tabi, ergenken dibim düşüyordu orası ayrı. ömrümü yiyen ikinci bir vadi atasözü "iki kişinin bildiği sır değildir" atara bakar mısınız ? nası saçmadır bu. Ali den yüzyılın cevabı geliyor "sen biliyorsun ama?" Aslan bey zeki adam "senle ben aynı insanız" birinin sıçtığını öteki toplıycak diye bekliyorsun ama yok anca sıvıyor. Aslan beyde, nam-ı diğer Şef, Selçuk Yöntem. Ednan bey şimdi ki. o zamanlar karizma var adam da derin devlet, sen git sonra boynuzlu Ednan ol. insan işte, ne oldum demiycek ne olcam diycek. bir de fonda cendere cendere cendere 7 senedir hiç mi değişmez müzik, Gökhan Kırdar da ne beste yapmış nikahına nuri alço dalsın. ilgimi çeken ikinci bir şey de; rtük kuralları. adamlar ana avrat düz gidiyor dizi de pezevenk sevgi göstergesi, viski-puro ikilisi mafyanın şanından, tek bir sansür, bip, efendime söyliim çizgili pijamalı yayın engeli yok. hatırlarım Polat kafa da kesmişti bir zaman. o zamanlar daha ahlaksız bir toplummuşuz biz. sene 2003. hiç gözümüze batmıyormuş da gün geçtikçe ahlak bekçileri çoğalmış. daha Tayyip ve çetesi yeni gelmiş tabi, en yüksek oy oranıyla hemde. kim lan bunlar nasıl geldiler, belediye başkanıydı bu herif, şimdiki cumhurbaşkanımız kuruyor 58. Cumhuriyet Hükümetini. bilmiyoruz tabi, Cumhuriyet filan kalmayacak, tökezliycek bu hükümet. fazla atlamadan inceden giriyorlar onlarda mesela dizilere haberlere henüz el atılmamış. çaktırmadan satıyorlar, fırtına öncesi sessizlik var. işin garip yanı o dönem, ben orta sondayken yani, seçimler olacaktı. sınıfta Deniz diye bir sivri zeka vardı ki kendisi Robert kolejine birincilikle girdi sonra. (LGS vardı bizim dönemimizde, sonra binbeşyüz kere değiştirdiler adını. sistemin hızına mümkün değil yetişemiyorum) anası babası doktordu 80 dönemi solcularından. biz o ara Dar Ağacında 3 Fidan'ı yeni okumuşuz, kafamız basmasa da içimizden bir ses "sol yumruk" diyor. çantamızda Nazım kitabı, montumuzda Che rozeti, ANAFEN dershanesine gidiyoruz. (Irmak ve ben) 


       Denizle de okulda kulaktan dolma bilgilerle  oraya buraya tahtaya, sıraya "İP" yazıyoruz. işçi partisi'nin de  eski zamanları. hiç unutmam bir de çıkmayan kalem almıştık sırf onun için, okulda arama olmuştu kim yazıyor bunları diye. mahalle okulu aslında, pilot okul filan diyorlar ama hikaye, her gün bir olay. öyle hiç siyasi olaylar beklemeyin, anama küfrettin, yengene ters baktın, yolda yamuk yürüdün, kelebeği yanlış salladın kavgaları bunlar. tabi müdüründe dikkatini çekmişti. alkolik bir Sosyalcimiz vardı, adamın adını hatırlamıyorum zaten o zaman da bilmezdim. buram buram anason kokardı. şimdi diyceksiniz ki o adamın sizin "İP" hareketinize destek vermesi lazım, yok efendim adam AKP'li çıktı. daha çiçeği burnunda partinin bilmem ne temsilciliğindeymiş. aslında devlet memuruna yasak böyle şeyler ama korunuyordu adam! o zamanlar anlamıyorduk, şimdi anladık mı? orası meçhul.. ANAFEN mevzusu ayrı bir sakat, sevgi bilmem nesi diye de sloganları vardı, çiçekler böcekler. Fatih dershanesiyle kapışırlardı. benim ne işim varsa, en iyi eğitimi veriyor diye yazılmıştık. dershane de matematikçi bir herif, askılı giymiştim bigün. Mayıs sıcağı ne yapayım, "Bodrum'a mı gidiyorsun?" diye sormuştu bende "yok Antalya" demiştim. Irmak'ın Nazım kitabına takılırlardı sık sık. Peyami Safa okutulurdu edebiyat dersinde, zorla. bir de organizsyon yapılırdı, peygamber efendimizin çizgi filmi vardı. topluca oraya hoppa, şansa bakın tam da AKPnin iktidara geldiği sene! beni de yokladılar ya bi kaç sefer, anamın kafası açık diye dışlandım sonra! bir de tuvalet de sigara içerdik Seda'yla. Seda da sevgili yaptı Dershaneden diye atılmıştı. ondan sonrada gitmek pek nasip olmadı dershaneye, Ataköy'de "eski dostlar" da nargile içmeyi tercih ettik biz. böyle komik?! olaylar yaşanmaya başlamıştı ama dizilerin henüz boku çıkmamıştı. ya da ana haber bültenlerinin, gazetelerin.. dedim ya saman altından su yürütme aşamasıydı onlar. anlamadık. kimse anlamadı. eski den bir tek Fatih'te ters ters bakarlardı adama kafan açıkken, şimdi her yere tünedi ahlak bekçileri! o gün bana "Bodrum'a" mı diyen herif bugün görse "kerhaneye mi" diye sorar, densizliği o kadar ele aldı bunlar. ama korkmayalım Kurtlar Vadisi devam ediyor!!! Çakır öldüğünden beri ümidimi kaybettim ben, derdim bizi bu adam kurtarıcak, kaldık mı gene Polat'a.. hem adamın hakkını yemeyelim hangi ülke de hangi dizi kahramanı devlet korumasıyla polisle gezer? karakterin hası bizde, çatlayın dinsizler..



Kabolduk! (kayboldum demek istemedim)

20 Ağustos 2010 Cuma 23:27 Gönderen tamarra 2 yorum
insanlar ev bulur ama ben bulamam,bir de kıskanırım o ev bulan insanları. arkadaşın o senin kızım, ne şerefsiz bir insan oldun sen ama olsun ben neden bulamadım da o zart diye buldu. Emily, aynı dönemde ev aramaya başlamıştık hatun okul kapanır kapanmaz taşındı ben hala emlak sitelerinde bilumum kişilere mail atıyorum. kıskançlığı bir kenara bırakırsak işte, yeni evine çağırdı Sophia yla beni. yemek yapıcam gelin dedi, (çin yemeği de olsa beleş buldun mu yiyceksin kardeşim yoksa arkandan ağlar ağlamak ne kelime koşar) tamam güzel buraya kadar, adresi mesaj attı. aa bide ben yeni telefon hattı aldım. nitekim fido yu havaya uçuramayacağımı anlayıp, başka bir firma deniyeyim dedim. ROGERS beni ayakta karşıladı, üzerine bide 200 $ dolar depozito bindirdi, oh ne ala memleket. (diğer bütün operatörler fidomsu birşey, kanada IDsi alamadığım için boktan bir tarife veriyorlar, her ay elli tane iş çıkartıyor başına. yapcak bişi yok kontrata tabi olduk) neyse, Emily dedi ki "ecem sakın geç kalma bak!" aa aşk olsun ben ve geç kalmak! mümkün değil. yalanın dik alası tabi, öğle yemeğine gidicektik sözde, ben gün ortasında anca uyanma zahmetinde bulundum. "ya şimdi şöyle oldu, ben kalktım ama evde tadilat var birşeyler oldu ingilizce adını da bilmiyorum gelcem ben bekleyin" geç kaldığım zamanlarda mazeret üretmede üstüme tanımam. bu bünye sınav bekletmiştir vesselam. neyse ben paşalar gibi kahvemi yaptım rahat rahat hazırlandım çıktım. muhteşem yön bulma duygum ve ben eminiz kendimizden. ne var canım gayet açık adres, bulurum şıp diye. Metrotown da Sophia yla karşılaştık. aa tesadüfe gel şeklinde, Emily e ev hediyesi almak için herşey 1 $ cıya gittik. biraz manidar olsa da, ben hediye olarak bizim Kartal'da ki evin kapısında ki Rasim'den aldım. çok hüzünlendim ama Sophia anlamadı, hay dedim devamını getirmedim. Sophia da çiçekçiden kaktüs aldı, adını "cucumber" koyduk. saçma salak bişi, eşşek şeyine kelebek konmuş gibi öyle salakki. ahah cucumber filan diye otobüse bindik. cucumberı da fahri manitamız ilan ettik. ben ineceğimiz durağı bilmenin rahatlığıyla serildim cam kenarına kakara kikiri muhabbet ediyoruz. tık durak adı "sussex road street"
-burda incez Sophia.
-yok ben biliyorum burası değil.
-emin misin bak? sokağın adı bu.
-yok yok ikinci sussex bu değil. 
hadi öyle olsun dedim ama sinmedi içime, otobüste kaptırdı gidiyor dağ tepe bayır kuş uçmaz kervan geçmez bi memleket.
-sophia bak burası değil kaçırdık durağı.
-yok yok güven bana.
güvenmedim tabi, Emily i aradım, "kaçırmışız durağı"
dedim ben ama, yön bulma duygum asla yanılmaz! hassiktir dedim sesli, Sophia anladı ama niye küfrediyorsun ki şimdi dedi. biz alalacele bir sonraki durakta indik ama karşıdan gelen otobüsü de kaçırdık. diğer otobüsün saatine de yarım saat var. cin zekalı çin arkadaşımız yürümeyi önerdi. eh napalım beklemeyim bari dedik. aman allahım, hava desen Arabistan elimizde bir cucumber bayır yukarı g-tümden soluyorum. labirent gibi yer her seferinde başa geliyoruz. canına yandığımın memleketinde de bir tane taksi geçmez mi! geçmez. sanırsın yağmurlu havada istanbulda e-5 de kalmışsın, o kadar umutsuz vakayız. Emily arıyor tabi, çince küfrediyor ben anlamıyorum Sophia ya veriyorum, küfürleşiyorlar ben de türkçe eşlik ediyorum. cucumber desen kristal küllük gibi, kafa yarar. su yok, sigara yok, karnım aç, çişim var. ay fenalık.. 
tam tamına 3,5 saat yürüdük! o sıcağın alnında, dön başa aynı yer.en sonunda bir de baktık ki Metrotown  dayız. oha lan, diye bir de Emily bizi bekliyor. beden dili yeter ingilizce bilmesem bile kızgınlığını anlamaya. neyse yeniden bindik otobüse, meğer biz elli kere evin önünden geçmişiz! ayaklarımızı sürüyerek girdik velhasıl. evi görünce iyice sinirim bozuldu. eşyalar yepyeni, banyo taş gibi, mutfak gıcır. ufunet bastı karnımda borozanlar çalıyor açlıktan. Emily yemek yaptı da kim yiycek şimdi. bir tadayım dedim, yedi sarhoşu toplamışlar kusturmuşlar yemek diye önümde. hadi aç ayı oynamaz, deneyelim yemeyi de çatal yok. çin çubuklarıyla golf sahasında delik tutturmaya çalışıyorum. işkenceye döndü.. aç kalktım normal olarak. Emily bana yoğurt almış, jest yapmış kız kendince. onu da yemez olaydım, yüz kilo şekerle çalmışlar mayasını maşşallah. velhasıl kelam, çin işkencesine döndü herşey. 
dönüşte Sophia yı dinlemedim ve kendi hislerimle yolu buldum! tabi ki buldum!

Dila Hanım 'ın bilinçaltımda ki yeri





ÖN BİLGİ


Kaç yaşımdaydım hatırlamıyorum Dila Hanım'ı ilk izlediğimde ama Mıhlı'daydım ve yazdı. Demek ki yaz aylarını komple orada geçirebildiğim eski günlerdeydi, çocuktum. Televizyonda Türkan Şoray ve Kadir İnanır ikilisi, DİLA HANIM. Evimizde ki bütün hanımlar ki özellikle teyzem Kadir abi hastası, ne yapılır oturulur izlenir. Dila Hanım'a kitlendim lakin ben, burnunda ki hızmaya. pırlantaydı, güzeldi, kusursuz bir tabloya konmuş kelebek gibiydi.." Teyze bende istiyorum" aa tabi kızım dedi her zaman ki destekçi yanıyla, babana söyle 18ine gelince sana pırlanta yaptırsın. babam pek kaale almadan "bakarız" dedi geçti. 22 yaşındayım, içimde ki "hızma tutkusu" hiç geçmedi. 


İkinci ÖN BİLGİ


Pardon filminde şöyle bir replik vardır ki kızlarla sık sık tekrarlarız bunu:
-İbrahimin böyle gereksiz dallamalıkları vardır!


İşte bu laf, benim sinir harbiyle vücudumda bir takım değişiklikler yapma halime yakışır en çok. Kafam atar yanımda ki dallamaya, giderim dövme yaptırırım, sonra saçımı boyarım, kahkül keserim (besleme gibi) mavi olur o saç mor ya da kırmızı, sonra biraz daha dövme, kulağım da bilmem kaçıncı delik tırnakları dibinden kes. bu sinir harpleri bende bazen cidden tehlikeli boyutlar alabiliyor, bir keresinde klavyenin bütün tuşlarını tek tek çıkarmıştım..


Türk ve Dönerci tesadüfleri


Bugün çok sıradan bir gün olarak başladı aslında, günlerdir halledemediğim telefon sorununu halledicektim ilk olarak. (bu telefon sıkıntısı da geldiğimden beri bir düzelemedi. Fido denilen şirket AVEA yı aratır derecede dandik bir oluşum. bulduğum bütün FİDO merkezlerini ateşe vermek gibi bir planım var) Sonra türk bir arkadaşımla buluşucaktım (Yaşare), dövme yaptırmak istiyordu mekan sormuştu. Bizim türk kafesinde çalışıyor. gayet güzel güzel giyindim sakin sakin çıktım evden, hatta kafama yemeni bile taktım, keyfim gıcır. kulağımda Ahmet KAya'nın en atarlı şarkılarıyla yürüyorum Downtown da.. bir de baktım bizim Kürt Bayram (hani festivalde tanıştığım Diyarbakırlı) AA tesadüfe bak diyerekten beraber yürümeye başladık. annesi hastaymış, kardeşi gitmiş yanına. ölmek üzere diyor bunda da şeker çıkmış. İçimi şişirdi o bütün neşe gitti, geçmiş olsun dedim ve kafeye girdim. Lakin bizim hatun beklememiş beni, telefonumda çalışmıyor (götüm yani), Kafe den aradım, (acelesi varmış da) adres verdi gidicem. Tam çıkarken daha önce tanıştığım iki kız dan biri, tavla oynuyor. Film Festivalinin adını verdim canınız sıkılırsa gelin dedim gittim, buldum Yaşareyi. Alışveriş merkezinde, annesi kardeşi için filan hediye bakıyor öyle. Ekimde dönücekte. Neyse biz öyle hacı bu nası filan derken bir ses "öğrencimisiniz" aa evet de ne bu ya bugünlerde Türk cenneti Berlin gibi burası ahaha. öğretim görevlisi bir kaç Atatürkçü vatandaşımız, kongre varmış gelmişler. Ucuz mekan bit pazarı filan arıyorlar. Haritadan bende mekan tarif ettim, görülesi yerler (sanırsınız 20 senelik Vancouverlıyım) Şükrandı kadının adı, çıkardı çantadan "memleket elması" verdi.. Türkiyeden buraya Elma getireni ilk defa gördüm ya bişi demedim, telefonumu filan aldı. Artık gezdirirsin dedi, he dedim uzaklaştık.
-aa kızım konuşma burdaki türklerle nası dedikoducu onlar varya kafede kimlerin dedikodusu dönüyor şaşarsın.
-e yok artık burda da mı?
-en çok burda asıl. saf mısın?
hay dedim nikahına senin. alacağını aldı Yaşare, bende FİDO ya gideyimde telefonu halledeyim dedim. gitmez olaydım anasını sattiim. 20 dk müşteri temsilcisiyle konuş, o seni telefona versin bilmem nerdeki müşteri temsilcisiyle konuş. pasaport numaran oyun şuyun buyun yarım saat sonra adam sana desin "üzgünüz halledemiyoruz" o an bütün şartellerim attı, gözüm filan seyridi, elim ayağım dolandı sessizce uzaklaşttım. Geçmedi tabi, zaten okuldada problem çıktı. Aydın Doğan gene başımı yaktı, bir sene fazladan matematik biyoloji fizik filan kültür dersleri almam gerekiyormuş. (meslek lisesi ezikliği) Evde bulamadık, köpek de pahalı. Böyle bir anda olumsuz herşey doluştu beynime, birbirleriyle didişmeye başladılar. Birinin dediğine öteki kızıyor, diğeri küfrediyor, beriki atakta. Beynim içi 3. dünya harbi. 
-Yaşare şu dövmeci nerdeydi?
-aa dövme mi yaptırcan?
-yok hızma.
aldım yol tarifini, küfrede küfrede gidiyorum gene. Bu halim öyle tanıdık ki, kaç kere denk geldik bu Ecemle. Bi tarafta yapma etme kızım çok acır diyor, diğeri salla amk zaten kafan atmış. Gene lönk diye karşıma çıkan DÖNERCİ şaka mısınız yaaaaa??? yanyana iki tane hemde, ALADDİN DONAİR ve BABYLON DONAİR döner de yazmıyor zaten donair ne yaaa?? buldum ADRENALİNE diye bir yer, bakırköy de ki tünel miydi işte orayı andırıyor. canın acısında gör sen diyen tarafıma Dila Hanım özentisi taraf karşı çıkıyor. Sorun şu, Dila Hanım hızması yok. (zaten elin kanadasında beklemiyordum bulmayı da bi ümit işte) doldurdum formu, dövme hakkında da bilgi aldım. Daha deli bir yan da var beynimin içinde, "hızma yaptırcağına Türkan Şoray yüzü yaptırsana kızzıaaam" diyen. Oha lan iyi fikir, saçmalama Ecem, ama bi düşüneyim ben.
-bu çok acıyor mu?
-hızlı halletcem merak etme. ehe
kız nasıl tatlı, acımayacağına inandırıyor seni. Zaten benim kafam bozukken acı hissetmemek gibi bir özelliğim vardır ya o özellik nereye gitti şimdi?
20 saniyeden fazla sürmemiştir, iğnenin burnumu delişi. Lakin o nasıl bir acıdır, nası bişeydir. Gözümden yaş geldi, kendimden utandım. (Yine de Dila Hanım dedim, herşey senin için bütün o acılar, sonunda Kadir abi formunda biriyle karşılıklı dans eder vurulurum belki. Kafam da da eşarp var hızmayı da yaptırınca Dila Hanım olucan sanki, mantık çizelgem hoplamış.)Sen kalk 2 saat dövme yaptır ayak bileğine, onlarca iğne girsin çıksın tık tık tık birşey hissetme, küçücük iğne değince ağla. Ama hakkı var Mehmet Bey kadar değildi şimdi. O bir nasır hikayesi, ömrümde çekmediğim acıları bana yaşatan sevgili topuklu ayakkabılarım nasır ve Mehmet Bey üçlüsü, allah sizi nasıl biliyorsa öyle yapsın..
Şimdi burnumda bir halka, çıktık dükkandan. Bir de döner yiyelim anasını satiim. Verdim parayı bekliyorum ki güzel yanı ayranda vardı büfede. Anna ne güzel ayran yaa geldiğimden beri içmemiştim ehe filan diye aldım ben dönerimi ayranımı tam çıkıyordum ki duvardaki fotoğraf beni benden aldı, beynime kan sıçradı. Bana döneri veren adamla Fethullah Gülen aynı karede tokalaşıyorlar. Şaka mı şimdi ben Fethocu mübarek bir döner mi yiycem off Allam offf filan dedim, gittim çömdüm bankın birine. İşte tam o sırada anladım ki o acı 20 saniyeyle sınırlı değilmiş. Ağzımın her hareketinde aynı acıyı tekrar tekrar yaşamam gerekmiş. Sigara içerken, esnerken, küfrederken, yemek yerken, su içerken. Haydi hoppa, hızmam ve ben yine de Dila Hanıma bir gram benzemiyorum şerefsizim..
sigara alayım bari, acı acı içicez yolu yok dedim. Satıcı bana şunu dedi, "bir elinizde var diğerinde yok" ben de haklı olarak"ne yok" dedim. o da kendinden emin "OJE" dedi.. günlerdir tek elimde oje diğeri ojesiz geziyormuşum.. 
en azından ayran güzeldi, tuzlu tuzlu..

Kaka Chavez!




Bir sonra ki partiyi unutmamın tek sebebi telefon hatırlatması oldu. lakin aptallığım bunda da devam etti, salak gibi giyindim süslendim evden çıkıcam farkettim ki "çalışan" tişörtümü giymemişim. mecbur giydiğimiz o çirkin şeyi uzun aramalarım sonunda buldum ve öyle gittim. her zaman ki gibi insanlara yol sorarak bilimum sokakları hatim ettim ve lanet olsun gene bir DÖNERCİ buldum. (kardeşim İstanbulda bile bu kadarı yoktur) tam önünden geçip gidicektim ki, bakalım bu nereli diye girdim içeri. yolu sordum. çocuk ingilizce tarif etti ben bi b*k anlamadım afedersiniz. nerelisin dedim, Özbekistanlıymış. ben türkçe bilme ihtimalini yok sayıp ingilizce sormaya devam ettim, "ben türkçe biliyorum yalnız" dedi. aa gözümsün dedim. tam türk tarifiyle "abla burdan kaptır git solda görürsün" şeklinde apaçık yolu anlattı ve ben elimle koymuş gibi buldum mekanı. (burda insanlar bir yol tarif ediyor memleketin olsa kaybolursun böyle bir anlatım bozukluğu yok) mekan daha açılmamıştı, hazırlıklar yapılıyordu. geçen akşamdan gördüğüm bir çocukda çalışıyordu öyle can sıkıntısına muhabbet ettik. Venezuella dan gelmiş. (ne zor yazılıyor bu ülkenin adı da) aa dedim ben Chavista'yım. (chavez taraftarlarına verilen genel isim) çocuğun beni bir dövmediği kaldı:
-neeee?!!?? Chavez mi? gördüğüm en kötü başkan! tam bir diktatör! herkesi kontrolü altında tutmak istiyor!özgürlük sıfır!herşeyi devletleştirdi, özel bi tek şirket kalmadı. her yer devlete bağlı, herkes devlet için çalışıyor. başka ülkeden bi çorap bile sokamıyorsun içeri.
-ee bunun nesi kötü işte bağımsızsınız?
-nası yaaa? (öldür işte burda, vatan haini kapitalist) komünizm kadar kötü bir yönetim şekli yoktur. Castro da gebermedi bi türlü.
(bana söylencek laflar mı bunlar?? nasıl da sabırlıyım)
-peki sence buırası daha mı iyi, herşey çok pahalı.
-evet en azından özgürsün, istediğini alıp satabiliyorsun. ben zaten ülkeden kaçtım da geldim devlet için çalışmamak için burda kendim için çalışıcam. 
(senin bireysel beynine koyayım ben)
-ama dışardan bakıldığında Chavez harika bir yönetici, herkes seviyor, bütün halk destekliyor.
-desteklemezlerse Chavez öldürtür ya da işten çıkartır. o yüzden herkes taraftarı gibi gözükmek zorunda ama çok komplo kuruldu suikast girişimi oldu. yine de atlattı şerefsiz! keşke ölse!
-nasssı yaaa??
-şu hayatta birinin ölmesi elimde olsaydı kesinlikle Chavez'i seçerdim..
daha fazla konuşmaya ingilizcem yetmedi. (ingilizce küfür dağarcığım demeli) bir düşündüm şöyle bir. benzer söylemleri Türkiye'de pek çok insan bizim yönetimimiz içinde yapar. (ben dahil) hatta daha beter nefret dolu cümleler her gün sokaklarda otobüslerde bir şekilde, fısıltıyla bile olsa söyleniyor. Türkiye'de ki işsizlik oranı, satılan topraklarımız, özelleştirilmenin her gün arttığı, IMF bağımlısı bir ekonomik sistem, demokrasi ayaklar altında.. biz haklıyız tamam eyvallah ama bu çocuk nasıl haklı şimdi? (biz özelleştirmeyin kardeşim diyoruz o da devletleştirmeyin. nası iş?) kendince haklı sebepler sunuyor sana, diyor ki özgür değiliz. biz de değiliz! yine de böyle bir esareti tercih ederim ben Chavista olmayı yani o ülkede. her sistemin kendince açıkları var yetmediği yerler var, düzen ne kadar iyi olursa olsun her vatandaşın eleştirme hakkı var. Fakat, Venezuella gibi bir ülkeden kaçıp gelip, Kanada'ya sığınmak ve kaçtığı sistemi eleştirmek.. bana biraz iki yüzlülük gibi geldi. burdada özgürsün ve özgürlüğünün bedeli suya bile verdiğin vergilerle kesiliyor. özelleştirme diz boyu. ama sen devlet malı olsun istemiyorsun zaten, devlet diyorsun köşe de dursun hele bir.. kafam allak bullak, parti başlamış cıstak cıstak. al sana özgür ülke işte! milletin kafa güzel, saçma salak dans ediyor seriliyor yerlere, dünyadan haberleri yok! tamam çok da acımasız olmamalı en azından kimliklere özgürlük var. kimse seni yadırgamıyor, gaymisin lezbiyenmisin, çingenemisin, dinsizmisin.. bunlar kimsenin umrunda değil, vergini ver ve sus. neresi güzel şimdi? hangi ülke? 
beni kurtaran yine Smirnoff Ice oldu tabi. mekanı parti için güzel ayarlamışlar özellikle tuvalet bölümünü. soyunma odası gibi sanki, kıyafetler maskeler, makyaj malzemeleri. iki tane transseksüel duruyor girişte, topuklu ayakkabıyla yürümeyi öğretiyorlar. benim yine kadın olmaktan utandığım andı tabi ayağımda sandaletlerle.. zaten sahnede çılgınlar gibi dans eden çocuğu gördükten sonrada dans etmeye tövbe ettim. (çok hoş bir abimizdi lakin yanıma gelip "eteğine bayıldıaam" deyince, olur dedim bende şans) cıstak müzikleri başımın götürmediği aşikar. zaten bana veda gecesi yapıldığında da farketmiştim bunu, yaşlanmışım resmen şu genç yaşımda. evimde oturayım kahve kitap, daha cazip 300-500 eğlenceden.. vakit de geç olur benim uykum gelir, tam oracıkta uyuycaktım ki bir köşe bulup, süper vizörüm geldi dedi eve bırakayım seni geç oldu saat. eyvallah ablacım dedim, takıldım peşine. sorun şu ki, ben bu şehirde yabancı olduğum halde yolları kadından daha iyi biliyorum. kocası da kadının yön bulma özürlülüğünü anlamış ve hediye olarak "yol bulucu" almış. (navigasyon aleti demek istemedim) ben ömrümde böyle gıcık bir makine görmedim, yok 2 metre git sola dön, sağdan devam et şunu yap bunu yap. Türküm yok bana illa yol anladığım dilden tarif edilcek "abla sağdan gitsen karpuzcu görcen solda ordan sağa dön ama soldan gitmeye devam et sağın köşesini sol kıvrımla dön murat abinin yeri var ordaki elemanlara bi daha sorarsın" işte benim aradığım bu anlatm! başkasına basmıyor kafam.. neyse ki teknoloji galip geldi ve ben yine eve geldim.


Arap Dönerci

23:51 Gönderen tamarra 0 yorum

DÖNERCİ CENNETİ VANCOUVER

Malumunuz benim festivalde çalışma durumum vardı ki ben onu tamamen unutmuşum. 12 ağustos günü ben her zaman ki gibi gün ortası uyandım, ağır ağır kahvemi içtim, takıldım öyle msnde filan film izledim. (tembellik eylemlerinin hepsini yaptım istisnasız) akşam üzerine doğru da canım sıkıldı evde, bi dışarı çıkayım bi iki kadeh bişi içerim filan dedim hazırlandım. Lakin msnde takılı kaldım öyle unutmuşum, bir ara tarih neydi bugün yaa diye bir baktım telefona! 1 saat sonra açılış partisi var, ben fotoğrafçıyım, ama hala evdeyim, adresi bilmiyorum ve makinemin şarjı yok, üstelik hafıza kartı dolu fotoları aktarmamışım.. bu nasıl bir sorumsuzluktur allah senin belanı versin Ecem diye kendime küfrede küfrede (sesli bir biçimde aldırmadan hem de etrafta türk var mı duyar mı diye) koştur koştur evden çıktım. partiye 10 dakika kala ben hala adresimi arıyordum sokaklarda, çok susamıştım ve etrafta tek bir market yoktu.. sorduğum herkes şurda burda aa bir kaç yüz metre filan derken ben kilometrelerce yürüdüm ve sonunda mekanı buldum. mekan eşcinsel mekanı, e tabi enteresan bir yer. hatta 26 ağustosta Lady Gaga geliyormuş, kıyakmış yani. boşu boşuna koşturmuşum çünkü söylenen saatten 2 saat sonra mekan doldu ve fotoğraflık kıvama geldi. bende bari çıkayım dışarda bi sigara içeyim dedim. kapının önüne çıktım burnuma çok tanıdık bir koku geldi, kafamı bir kaldırdım, DÖNERCİ! yok artık! diyerek içeri daldım, nerelisiniz filan Araplarmış ama baklava filan satıyorlar. içerisi de kalabalık baya bir alıcısı var. Türk yemeği bu biliyor musunuz siz haaa dedim hee dedi yüzsüz, hem çalmış bizim yemeği üzerinden para kazanıyor bir de sırıtık. karnım da açtı bi deneyelim bakalım nasılmış, dedim. o sırada şu yukarda ki çifti gördüm, döner müptelasıymışlar.. dedim sen bir de ayranla ye bak nasıl güzel olur.. zaten buranın döneri de bi garip içine elli tane şey koyuyorlar sosu ayrı filan. bizim oranın kini tutmuyor maalesef.. karnımı doyurdum ama yine de kendime kızmaktan vazgeçemiyordum (gergin bi günümdü) hay senin Ecem bi işin de düz gitsin diye ben yine kendime küfrettim. Neyse ki Smirnoff İce diye birşey var, yapanın düşünenin ve dahi satanın sırtı yere gelmesin. mutluluk hormonu olmalı onun içinde yarabbim nasıl güzel birşeydir o! tabi ben promili alınca kendime kızmaktan vazgeçip işimi yapayım bari dedim. öyle etrafta dolanıyorum cıstak cıstak müzik çalıyor başıma ağrı çıkmış, gözüm seyriyor kopan! insanları çekiyorum ki bu amcayı gördüm. kendi kendine kafa sallıyor lakin müzik öyle rockla uzaktan yakından alakası yok. alla alla dedim yanına yanaştım ki, amcam takmış kulaklığı takılıyor kendi çapında. "iyi fikir" dedim güldüm, kulaklığın birini verdi çalan "billy idol" müş. 80lerin güzel rockçılarından bir amcamız, aha dedim sevdim ben bunu. beraber dinledik bir süre gülüştük filan ben işime döndüm sonra.. bir hatun sahne aldı akabinde aslında hatun değil "transseksüel" fakat, ben kadın değilim onun yanında, kendisi tanrıça olabilir bende meleği filan en fazla. o topuklunun üzerinde dans et, şarkı söyle üzerine bir de cilve yap. ben de paspal fotoğrafçı! utandım resmen, göz göze gelmemeye çalıştım. (fotoğraflara üst sağ köşede fotoğraf-flickr butonuna tıklayarak ulaşılabilir) gel zaman git zaman metronun saatini kaçırmayalım dedim ayrıldım mekandan. gece metrosu da çok zahmetli iş elli tane metro değiştiriyorsun istediğin yere gitmek için. ben zaten yorgun yürümeye takadim yok. ha bir de metroya binmeden bir "bok içinde badem kadınlar" klasiği olan, içmenin üzerine yenilen hamburger seansını gerçekleştirdim. aklıma marmara büfe sokağının köşesinde ki mc donalds ve bizim orda geçirdiğimiz sayısız gece geldi. (kapitalist değiliz ama hamburger severiz.) ben muhteşem bir keyifle hamburgerimi yedim, üzerine de bir sigara içtim bilmem kaçıncı metroya bindim uyukluyorum. arkada nası bir gürültü ama kakarkakaka diye ingilizce ama katledilmiş bir ingilizce. en sonunda dayanamadım döndüm arkaya, ergence bir çocuk "good morninngggg!!" dedi, aval aval baktım, saol gözüm de ne ayak dedim. ama bu ağır abla tavrım, çocuğun geçen sene istanbula gittiğini öğrenmemle son buldu tabi. Adeta toprağım! filan diyecektim zor döndüm kıyısından. yalnız gariptir ki
bunlar Taksimde eğlencek mekan bulamamışlar. sadece İstiklal de yürümüşler filan. nassı yaaa? dedim sonra öğrendim ki Brazilyalılar. tabi dedim, sizin eğlence yanında bizim ki sıradan gelmiş.. sizde haklısınız yani sizin dansçıların yanında bizim dansözler tessettürlü hacı! bir daha sefere Çiçek Pasajına bekleriz dedim, evime gittim..

Burası Kanada!ymış.

22:24 Gönderen tamarra 0 yorum
Ay nasıl oldu ne de çabuk dönem bitti demeye kalmadık, verdik finalleri yaptık veda yemeğini (oda nası bir şeyse) postaladılar bizi haydin güle güle. İyi hoş, zaten son finale yarım saat kala uyanmışım, gör g*tüm yolları şeklinde tazı gibi koşarak yetişmişim uyku gözümden akıyor hala. Baktım da daha dün gibi geldiğim gün! Ne bela ne lanet gündü.. Neyse, bizim Bosna-Hersek li hoca (kendisi biraz kırık, Maja, son gördüğümde kaşlarını mavi yapmıştı) beni çağırdı, yemekten sonra bira içmeye gidelim sınıftakileri ayarla diye. Eyvallah dedim, sınıfın alkolik kesimi ayarladık. Sophia ve ben her zaman ki gibi başı çektik, çocuklarla istasyonda buluşucaktık. Maja'yla yolda öyle sohbet ederken lönk diye "Sophia ile Kevinin arasının yapmaya mı çalışıyorsun??" dedi, yuh dedim! Nasıl bir gözlemdir bu. Her neyse, sevgili öğretmenimiz bizi en sevdiği mekana götürdü, biraları da o ısmarladı. Sebep deyince de, "ben sizin öğretmeninizim her şeyi öğretmek benim görevim ahahah!" dedi, sustuk. Biraz zaman sonra Maja nın manita geldi, Yunan. Ben de Türk, başladı tabi geyikler.. Sizi nası denize döndük ahuahaha filan şeklinde gülüşmeler. Mekandan kalktık biralarla gittik sahile (bkz: kayalık, çekirdek, bira vs) Ortam çok kültürlü olunca tabi doğal olarak herkes birbirine küfür öğretmeye başladı ana dilinde. Bende Nida'mın yaratıcı küfürlerini! döktürüyorum tabi, bağıra bağıra. (ne de olsa kimse anlamıyor diye bende bir rahatlık ana avrat düz gidiyorum) Gülüştük, hocayla manitası biz ufaktan uzayalım dediler eyi dedik yolladık onları biz çocuklarla "karaokeye gidelim" dedik. Tam sahilden ayrılıyorduk ki arkadan bir ses duydum, (türkçe gibi geldi de inanmak istemedim o an) ne yazık ki yanılmamıştım. Karşımda saçları kırlaşmış, antrapoza girmiş ama ısrarla 20likmiş gibi davranan bir amca.
-öyle her yerde konuşma, anlayanlar olabilir.. ahahha.
-şey ben kekekükekek hoca istedi de kemküm
-ahaha, bende ilk geldiğimde yaşamıştım, dikkatli ol burası KANADA.
-ee çok çok özür dilerim kemküm
meğer adam daha da beterini yaşamış, ilk zamanlar. otobüste bir arkadaşıyla bi hatunu kesmişler "of bacaklara oy oy memelere bak yavrım filan" şeklinde en tecavüzcü Çoşkun havasıyla, sonra da kızın yanına gidip "şu durak hangisi biliyor musunuz?" diye sormuşlar ingilizce lakin hatunumuz türkmüş ve sadece "duydum" demiş. 
çok şükür ben sadece kadırga ağzı yaptım da yırttım diyerek, yerin dibine geçsem de çaktırmadım. 
Karnım acıkmıştı ufaktan, çocuklar dedi sana "çin yemeği yedircez" hocam yapmayın, tavuk pilavdan başka bişi yemem öyle köpek möpek allahsen filan dedim ama dinletemedim. neyse bu çin yemeği aslında bir mantıydı, bildiğin. öyle acı soslu, yoğurdu eksikti ama mantıydı işte. oha oğlum türk yemeği lan bu diyerek gömüldüm ben mantıdan bozma çin şeysine. Karaoke daha bir cümbüştü, allahım bütün Çinlilerin mi sesi güzel, istisnasız hepsi bir soprano bense Ajdar. bir Amy Winehouse söyliim dedim, Amy aradı senin yüzünden 3 doz aldım bu gece ki eroini yapma kızım bırak o mikrofonu dedi. Utandım bende bıraktım, dinlemek ve mikrofonsuz! eşlik etmekle yetindim..
Sonrada eve gelip çiğ yumurta yedim sesim düzelir diye.. (şakaydı)

uykusuzluk sonucu alakasız kelime öbekleri

yok efendim uyku bana haram, hani final haftası eyvallah. ders çalışmaktan da uykusuz kalmıyor ki bu bünye. haluk bilginer sweet dreams dinler yatağın üzerinde dağılmış kağıtlara bakarım. ama şimdi ingilizce pratik yapmadığımı kimse söyleyemez. akşamın bi saatine kadar Sofiyle dedikodu yaptık. (aslında türkçe konuştum ben daha ziyade ya neyse) bugün finale saatinde gidince hoca şaşırdı resmen. tabi ben dün gece de uyuyamamıştım, bu gece de uyuyamam. tek sorun yarın ki sınavın daha erken bir saatte olması. üstelik yarın ev arıycaz gene Emilyle. bulduğum ev eşyalı aslında da içime kurt düşürdü sınıftakiler bazen ev sahipleri kıllık yapıyormuş eşya konusunda. köpek için Somia denen hatunu da aramam lazım. bu arada festivalde çalışcaz tamam da mekanın adresini bulmadım iki gün kaldı. aklıma ne geldi, 4 buçuk da mecidiyeköyde müşteriyle buluşcaz ben fotoğrafları teslim edicem, saat 4 ben kartalda üzerimde bornoz elimde kahve oturuyorum. utanmadan adamı da arayıp "ya benim bostancı da çekim vardı uzadı 6 ya alsak?" paşayım çünkü, 7 de ben hala kadıköydeydim. rezalet. insan nereye gitse değişmiyor demek ki. hocayı arayıp "panik-atak" desem yer mi? bi denemek lazım. bir de garip bi alışkanlık oldu bak, salatasız akşam yemeği yiyemez oldum. hatta direk salata bana akşam yemeği olarak geliyor. aa geçenlerde karpaçyo yedim de babamınki on basar o kıçı kırık kedigözlü karpaçyoya valla. (palyaço gibi oldu) bahçem var benim, tropik bölge mübarek. daha neler görücem merak ediyorum. adını sanını bilmediğim dahası belgesellerde bile izlemediğim bir takım hayvanlar bahçeyi yaşama alanı benimsemiş, üstelik beni de dışlıyorlar. akşamları sigara içmeye çıkmak rezalet anasını satiim, fazlalık oluyorum doğal ortamda. tamam insanoğlu doğaya hatta dünyaya fazla anladık da kardeşim vurmayın yüzüme. ben daha sizin ne olduğunuzu bilmiyorum. farkettiğim bir şey daha, eğer birinin yanında geğirmeye başladıysanız samimi olmuşsunuzdur artık, cıvık cıvık muhabbetler gelir ardından. lakin bugün Sofi Haydariyi aldı konuşturdu da pes doğrusu dedim! nereye gitsek, deli deliyi imam ölüyü.. saat 2 ye gelir Ecem uyuyamaz, nette dolanır, canı sıkılır. kitap okur, kırmızı puantiyeli bardağından kahve içer, tarçınlı kek yer, oje sürer. oje güzel kokar ya memlekette, burda afedersiniz (kibarlık) bok gibi kokuyor. bir de yapışkan gibi soyuluyor filan. üstüne üstlük en pahalı şey. 10 mltresi 6 dolar. biz flormardan ogohoho 1 liraya alıyorduk ben 50 kuruşa aldığım zamanları da bilirim. oje lan bu. yaması olur, yemesi olur ama 6 doları olmaz. 2 gündür havalar öyle böyle yağmur boy gösterdi unutmayın lan beni dedi çıktı. gündüz 35 derece olan hava gece nasıl 5 dereceye düşüyor anladım. telefonumda ki hava durumu tahmini programında ( isim tamlaması) özellikler şöyle, BBQ 9 Beach 9 Get cold 3 filan. yani senin programını düşünmüş ona göre rakam vermiş sayı vermiş ayağını denk al demiş. teknoloji ne gelişmiş. klavye ısınınca kenarı kapatmam gerektiğini anlıyorum yine de şansımı zorluyorum sonra da yok efendim bu bilgisayar neden çöküyormuş iki günde bir sistem geri yükleme yapıyormuş da neymiş. haklı yani o da insan (insan) uyusam, sussam. taşınsam ya. ay bu sene daha fazla taşınmak istemiyorum. göçebe oldum anasını satiim, bavul topla bavul ser. kaplumbağa gibi senelerdir. şu an fakrettimde masamda haftalardır boş duran "saray eldenele" paketinin saçmalığı nedir, neden atmamışım. çöp yuvasıyım. susarım.

Finallere 1 kala yapılmayacak şeyler listesi

*    Ezginin günlüğü zerdaliler dinlemek
                                 "fincana kahve koydum gel, bugün şeytana uydum gel"
*     Türk kahvesi içmek, kırmızı cezveye bakıp ağlamak
                                "köpüğünü aldıktan sonra 3 kere daha kaynat"
*     İstanbul fotoğraflarını kesip kolaj yapmak, üstüne baş ucuna koymak
                                çiçek pasajı, istiklal, boğaz, minarelerini bile ah ah
*     Düğün Şarkıcısı nı izlemeye başlamak yeniden yeniden
            Erkan Can, büyük adamsın.. Nerede kalmıştık deme artık. Bir de Neşe Karaböcek "sakın bir söz söyleme" demesin nolur o kadar çok söylencek laf var halbuki
*      Mrs Dalloway okumaya başlamak hemde ingilizce
             "Mrs Dalloway said she would buy flowers herself"
*-    Karides yemek ama "nerde lan o Hereke'nin fresh karideleri tey tey tey" demek
*     Mobeseden Taksim'i izlemek
*     İçinde ki annelik içgüdülerini çoşturmak. 
                    Chow chow vidyoları izleyip auguğdsşlk gibi sesler çıkartarak gülmek
*     Çekime çıkıp yeni fotoları laytrumlamak
*     Esinti'ye canlı yayın bağlanmak
*     Yağmur yağarken bahçede sigara içmek (feci hüzünlendiriyor adamı)
*     Ev aramak ama lütfen ders çalışmayıp ev bakmak site site
*     Ne kadar günlük varsa sil baştan okumak -mektuplar dahil-
*     Arkadaşı arayıp "bira mı içsek" diye sormak -hatunun sarhoşluk kapasitesine rağmen-
*     İşi gücü bırakıp blog yazmak.

nokta

bir kaç gün

şarabın güzel bi kokusu varmış aslında. 22 senedir neden ısrarla reddetmişim acaba? tabi bunun bir dönemi var; Gökben'le bokunu çıkartıp Gül abladan ısrarla alınan köpek öldüren yani Horozkarası filan. sonra muallak, altınerin bahçesinde arkana bakmadan kaçmak. düşününce normal onca senedir içmemem şu mereti. ama rose güzel şarap merlot filanda. neyse bugünlerde şarapçı oldum ben, boyuna şarap içiyorum. sarhoş da ediyor ohh mis valla. okulun son haftası, tezi teslim ettik. sonuç daha belli değil ama Ağustos'un ortasında final haftası şimdiden çekilmeyecek gibi duruyor. sıcaklarda İstanbul'u aratmadan devam ediyor. neyse ki şu festival kafamı dağıtıcak birazcık. nerede tuhaflık var ben ordayım hesabı gene ;Vancouver'ın en tuhaf film festivalini buldum fotoğrafçı oldum. gerçi bunun tatilimi katletme gerçeği de var ama şimdilik bununla ilgilenmiyorum. gönüllü olarak başvurmuştum fakat pek de umudum yoktu açıkcası daha önce Vancouver'da böyle bir deneyimim olmadığı için. adamlar mail atmışlar kabul edilmişim. hatta 4 mail atılmış ama ben elli tane mail adresim olduğundan hangisinden irtibat kurduğumu bile hatırlamıyordum. tesadüfen dün okulda, okul adresimi açınca gördüm ki aynı gün oryantasyon toplantısı var. oh ne güzel diyerek (ki geceden hala sarhoşluk geçmemişti) okuldan sonra apar topar Downtown'a gittim. elimde açık adres var lakin şu şehrin cadde felsefesini hala anlayamadığım için gene dolandım. Allahtan güzel bir yön bulma duygum var hala kaybolmadım. neyse ben öyle elli tane adama soraraktan adresi arıyorum. bu sırada polislerden biri de benim le dalga geçti. adama bu adrese nasıl gidebilirim diye sordum (ingilizce) adam bana ispanyolca cevap verdi. zaten gerilmişim hassiktir dedim (türkçe) sesli, şaka yapıyorum sadece dedi (ingilizce) neyse dolana dolana gittik mekana,
-saat değişti 5-30 a aldık uygun mu?
-uygun tabi napıcaz.
neyse ben çıktım ordan bari biraz dolanayım filan dedim. gel zaman git zaman (çekiyor kardeşim) kendimi marijuana sokağının ortasında buldum. sokak buram buram mariuajana kokuyor orası bir ayrı, etrafta ki tipler apayrı. polisler filan da var ama insanlarda bir rahatlık bir kendini aşmışlık. sokağın ortasında yaşayan insan kitlesi, yatak çanak çömlek "drugs seller" yok o yok bu. şaşkın şaşkın bakınıyorum, Vancouver'da ama hiç de Vancouver'a benzemiyor. daha ziyade bir Tarlabaşı havası var ortamda. tabi ki yabancılık çekmedim ama ürmedim de değil. insanlar cidden Tarlabaşı'nda kileri aratmayacak şekildeydi. Ecem dedim ufaktan uza sen. neyse bir alt sokağa inince aha dedim burası da Nişantaşı. her şehrin kendine özgü bir ayırma politikası olsa da aslında hepsi birbirine benziyor. zenginlikle fakirliği bir sokak hatta belki bir duvar ayırıyor. özgürlükle demokrasiyi bir duvar, insanlıkla savaşı bir duvar.  alt caddenin üst caddeyle alakası yoktu. sokakta çiçekler adım başı, insanlar sakin güler yüzlü. üst cadde deki açlık kokusundan ziyade burada bir yemek çeşitliliği. nasıl olabiliyor dedim, bu kadar restaurant bir sokak dolusu adamı aç bırakıyor...
bu sırada saatim durmuş ben geç kalmışım farketmedim bile. kıza kıza mekana gittim yeniden. bir nevi "eşcinsel" festivali gibi. Vancouver'ın tuhaflıklarını gösterme derdinde ki insanların toplandığı bir organizasyon. güzel filmler var yani sinema salonunda oynatılamayacak filmler. hoşuma gitti, tarihleri ayarladık "volunteer" tişörtümü aldım evime geldim.
bugün de okula gittim. okuldan sonra Sofi ve Kevinle çekim yapacaktık daha geçen haftadan planlamıştık. benim amaç körelen fotoğrafçılığı biraz düzeltmek hem de bizimkileri azıcık yakınlaştırmak. işe de yaradı. benim dün bulduğum bir sokağa  gittik. grafiti cenneti mübarek, duvarlar başlı başına tablo, eser. güzel fotoğraflar çektik. bu sırada gelen geçen sigara yada alkol isteyen insanlar oldu aldırmadık. sonra bir yere gittik tesadüfen. Haydarpaşa, evet Haydarpaşaydı orası. istasyonu aynı, rayları aynı, denizi kokusu aynı. geriye baktın mı Kadıköy, çay bahçeleri ve martılarıyla. bu şehirde martı nadir görülüyor daha ziyade karga var her yerde.. nasıl sevindim, nasıl huzurlu hissettim kendimi.. hem fotoğraf çekiyoruz hem sanki İstanbul. daha ne olsun dedim. yalnız unutmuşum makinenin dilini, zorlanmadım değil.. neyse ki çabuk ısındım.
benim fikirler bitince, sokakların da artık ışık potansiyeli geçince yemek yiyelim bari dedik. mekan desen 10 numara 5 yıldız. italyan lokantası. e ne olsun şarap içelim bari. Kevin pek iyi değil alkolde, şarabı ben seçtim. (Irmak ve Berfe görse gözleri yaşarırdı ikisinin de) bende ki edalar sanki kırk yıllık şarap tadıcı. komikti ama gülmedim hiç ciddiyetimi bozmadım. hoş beş muhabbet, Sofi ikinci bardağa gelmeden daha çakır oldu. yemek bittiğinde de düpedüz sarhoş. ömrümün sarhoş toplamakla geçeceğine inandım artık ben. hatta şöyle dedim, This is my destiny. istasyondan çıktık Sofinin aklına uyup başka trene binicez. bizim ki kiraz gördü saldırdı kirazlara. kaç para bunlar nerden geliyor diye kitledi tezgahtarı. satıcıda 'r'leri basa basa söylüyor hep böyle bir "da, previyet" diyecek havası var. nerelisin dedim, rusya dedi. bende dedim bizimkilerden bulgarya dan. herif bir de bana "nazdrovya" demez mi? yanımda ki zaten sarhoş, tutup beni nerelere götürür bu laf. gitmedim. neyse Kevindan yardım istedim dedim gel kızı evine bırakalım. herif gene önce olur dedi sonra yan çizdi. ben elimde spagetti kokan bir poşetle hiç bilmediğim bir yerde sarhoş bi hatunla başbaşa kaldım. bu sırada yeni aldığım sigara paketimi kaybettiğimi farkettim, cinnet geçirmemek için sabrettim. otobüs şoförlerinden sigara rica ettim fakat vermediler? (alla alla) sonra durakta bekleyen bir adama sordum.
-bi sigara ödünç alabilir miyim (daha sorarken mantık hatası benimde dikkatimi çekti. senelerdir bu soruyu "ödünç" olarak gören insanlara uyuzluğumu kendim sorunca daha bir farkettim. ödünç ne lan?)
-ne zaman geri vereceksin? ahaha
işte karizmatik cevap diye buna derim. adamcağız birazcık kırık, kırıta kırıta "şaka yapıyorum tatlım al tabi. vay yazık arkadaşın aşk acısı mı çekiyor canım benim" filan gibi  lüzumsuz muhabbetlere girdiyse de hiç oralı olmadım. bizim kız hem sarhoş hem herif tarafından göt edilmiş. ben bilmediğim bir mekanda sigarasız kalmışım. gerginlik hat safada. neyse biraz sakinleştirdim Sofiyi, bindirdim otobüsüne. bende bu sırada susuzluktan ölüyorum. benim otobüsü bekleyene kadar gidip istasyondan su alayım bari dedim. o salak makine 2 dolarımı yuttu geri de vermedi. ben deli gibi "fuccccckkkkkj" diye bağırırken, istasyon görevlisi yanıma geldi ve yazıyı gösterdi "arızalıdır" şaka mısın laaaaaan diye bu sefer türkçe bağırdım. adamcağız halime üzüldü bir tane otobüs bileti verdi. nakit parası yokmuş ama bu var olur mu dedi. bende bununla nası su alıcam diye adamı yok yere haşladım ama bileti de cebime attım otobüse gittim. otobüsü nerden biliyorum diye sorarsanız da aslında otobüsün nereye gittiği konusunda bir fikrim yoktu. sadece istasyon adlarından tahmin yürütüp bizim evin ordan geçebileceğini varsaydım neyse ki yanılmadım. eve geldim işte, kira için para çekmeyi unutmuşum. evdekilere yarın vericem dedim. yarın gidip telefon faturamı yatırmam, kütüphaneye kitapları teslim etmem, bankadan para çekmem lazım. yarından önce bugün hazırlamam gereken bir sunum ve proje var. yapasım var mı? sanırım uyuycam. bu ara rüyalarda hep olmayacak şeyler görüyorum. mesela wxyz. bilen bilir hem nasıl delirtir...
hele dün kü ne saçmaydı, dünyanın sonu gelmiş filan ben böyle bir mağarada bir takım yaratıklardan saklanıyordum. gerçi niye ilginçse bu, geçen akşam rüyamda Atatürk'ü gördüm, "biz buraya dönmeye değil ölmeye geldik" diyordu. Zeki abi filan, bizim liseden servisçi, Haldun hoca. olmayacak insanlar bir arada, bir Z planı olsun bir wxyz olsun. buyrun cenaze namazına. haydin bakalım.
hee bir de fotoğraflara şu adresten bakılabilir sanıyorum:

http://www.flickr.com/photos/ecemengin/

Aramızda bu cam bölme

3 Ağustos 2010 Salı 00:04 Gönderen tamarra 0 yorum
ayırmışlar seni benden
aramızda cam bölme
biliyorum ordasın sen
şu camın arkasındasın
şu incecik
şu zavallı
renkli camın ardındasın
yapayalnızsın

uzanmışsın soylu çıplaklığınla
ama çıplak değilsin
pembesin
yeşilsin
morsun
kızılsın
saçlarınla oynuyorsun durmadan
sabah kesip kısa kısa
akşam uzatıyorsun
gözlerinle oynuyorsun durmadan
gözyaşın değişmiyor
gülüyorsun pencereden sokağa
kuytuda ağlıyorsun
bekliyorsun ağlayarak
o mavi kuşu

biliyorum
biliyorsun dilini duvarların
kapıların karanlığa kapanışını
gece köpek seslerini yolcu uçaklarını
filmin öbür yarını
sonun ardını
çiçekli balkonların gizli yanlızlığını
aşkın kedi çığlığını ıslaklığını
içkinin yasalara amansız düşmanlığını
duyuyorsun
biliyorum
yaşıyorsun çırılçıplak
ama işte ardındasın şu camın
kozanın içindesin
saçlarınla oynuyorsun durmadan
gözlerini boyadıkça artıyor dalgınlığın
bekliyorsun
biliyorum
bekliyorsun ağlayarak
a mavi kuşu

bense öbür yüzünde zavallı camın
vangölü’nün karanlık sularını çılgınca
çılgınca kulaçlıyorum kavuşmak için sana:
-tamarraaaa
ah tamarraaa
güzel tamarraaa!

bitmiyor su
bitmiyor su
kıyı kaçıyor
çığlıklarım karışıyor karanlık dalgalara

varıyorlar bizden sonra seninle bana
anlıyorlar bizden sonra seninle beni
sen bir avuç barut külü bir yanda
ben bir avuç ateş külü bir yanda
durur küller arasında yalnız ve uzak
o incecik
o zavallı
cam bölme.....
Hasan Hüseyin Korkmazgil